“Gittiği yeri bilmeyen böcekler gibiyim” diyor şair. Ben de demek isterdim, belki aynı sözcüklerle değil, duygularımı dile tercüme edeceğim başka bir biçimde. İçinde “böcek” geçtiği için mi, aynen şair tamı tamına duygularıma tercüman olmuş, diyemiyorum. Belki!.. Ama şair ben böceğim, demiyor ki? Hatta, “gibi” sözcüğünü kullanıyor, belki o da “böcek” tanımını kendine yakıştırıp yakıştırmama konusunda oldukça dikkatli davranıyor. Kafka’da öyle yapmış olabilir mi? Bir sabah uyandım böceğe dönüşmüşüm demez mi, “Dönüşüm’de”… Şair de Kafka’da mevzusunun içinde! Dile tercüme ettikleri, her an, her gün içinde oldukları mevzu alanı arzusunu yeni biçimlerden ala ala ilerliyor. Düz bir hatta “yaşasın yaşam” diye ileri atılıp, hep ileriyi daha ileriyi amaçlayan bir bakış değil bu. Kesintilerle ilerliyor. Geri dönüşler eksik olmuyor. Gelecek karşısında geçmiş olan elden bırakılmıyor. “Kökü mazide ati” Aşiyan’da yatan şairin sözleriyle: “Ati” yani gelecek her zaman belirsiz, olmayan bir şey, olan şey sadece şimdide, onun için böcek de sadece şimdi de ve geleceği bilmeyen böcek gittiği yeri bilmez gibi. Acaba öyle mi? Böcek, ilahi bir kodlanmışlıkla gideceği yeri son derece iyi biliyor olamaz mı? Gideceği yeri kodlarında nihai nokta, varış noktası, menzil hiç kafaya takılmayan, varlığı tartışılmaz derecede muğlak, hatta muğlak ötesi, hatta hiçbir anlamı olmayan bir boşluktan ibaret olabilir mi? Uzay, mesela!.. Böceğin amacı sadece gitmek olabilir mi? Tıpkı karınca gibi! Karıncaya demişler “bu hızla sen zor varırsın gideceğin yere”, o da “varmak isteyen kim!” demiş. O zaman gideceğin yerin bir önemi yok. Şairin, demesi gibi, değil, gideceğin yeri bilmenin bir önemi yok, ama gitmek, yani yolda olma düşüncesi, önemli, olan. Kervan yolda düzülür, derler. İnanıyorum. Hatta inanmanın da ötesinde, bu düşünceyi kamçım yapıyorum. Her sabah birkaç değnek sırtıma. Sonra, imirin iti gibi, sokaklara. Heheyttttt! At kendini denize! Ohhhh! Hafifledim aniden. Yüklerimden kurtuldum. Az önce seksen gros tonluk bir şilep gibi ağırdım. Önceki günü tortusu, tanrım, o kadar ağırdı ki, Manastırlı Hilmi Bey’e nerdeyse birinci mektubumu yazmak üzereydim, yazıp da ağırlıkları birer birer atmak, önceki günü ağırlıklarıydı bunlar, gün iki bölüme ayrılmıştı, iki ayrı kapı, biri çarnaçar duhuliye hali, öteki kuyruksuz uçurtmalık hali, birinci medar-ı maişet motoru idi, motor tekliyordu, usta ne zaman baksa, kendine bir doktor payesi yakıştırıyor “Hımmm!” diyordu, “Üç vakte kadar!” karşılıklı bir bakışım içindeydik Usta doktorla, gözlüklerinin üstünden bakıyordu, ona uğramadığım zamanlarda, ustanın dükkanının önünden geçerken, takım tezgahının o düzenli aletlerinden birini on yaşındaki tamirci çırağının elinde görüyordum, çocuk okumamış,babası usta’nın yanına çırak olarak vermiş, sanat öğrensin, zenaatkar olsun, eli iş tutsun diye, çocuğun elinde bir “kumpas” vardı, ilk geldiği gün istemişti usta “kumpası getir” sertti usta, çocuk “o ne ki?” diye sormuştu, usta bir tokat aşketmişti hiç tereddütsüz, ah acı dünya, çocuğun acısını duyuyordum, o çaresizliğini, o utancını, öteki kalfalar, kıdemli çıraklar, hatta kaportacı Agop usta bile bıyık altından gülüyordu, çocuğun bilmediği bir dünyanın sertliğini, acımasızlığını, kalleşliğini göstermek için birinci dersti aslında usta’nın tokadı, herkesin bir tarzı var, usta dili kullanmazdı, lal olmuştu, hikayesi ayrı ve burda konu dışı olur. Bunları, demem, önceki günü tortusuna dair bir ipucu vermek niyetinde olduğumdan, Manastırlı Hilmi Bey’e birinci mektup, böyle başlayacaktı, usta ve çırağın yaşantılarının kesişmesiyle, onlardaki gerilimi vermek isterken aslında içimdeki gerilimi boşaltmak niyetinde olduğum gizlemek isteyecektim, bir yanılsama gibi bu hayatın öğrettiği o maskeli balonun bir üyesi olduğumu bilincinde, kendi dışımda bir mevzunun bir azası olduğumu beyan edecektim saklıdan, ne olduğum hemen anlaşılmayacak, kendimi hikayelerin içine yerleştirecektim, ama mektuba hiç başlamadım bil, yerine şöyle yazdım, ruh halim boşalmak isteyen birinin ruh haliydi, nerdeyse bir süredir yağmayan yağmuru yağdıracak kadar elektrik yaymıştım dünden bugüne, şöyle yazdım “Yeniköy’de bir kahve içer miyiz, dedim bu sabah. Bu sabah bu sabah”
Salı, Ocak 17, 2023
Cuma, Ocak 13, 2023
YABA DABA VAKTİ
İşte
gemi azıya aldı sonunda! Dört nala koşuyor atlar! Kum zerreleri coşmuş altını
dolduruyor. Hızdan esrik olmuş yürek. Eşik! Olasılıklar sınırı… Bütün araç ve
gereçler toplandık. Bir çift halter (ağırlık), boş bir kahve fincanı (sabah
keyfi ve alışkanlığı), Bir delinin hatıra defteri (rol kesen bir oyuncu), orda,
burda yakın gözlükleri (tuvalette de), oraya, buraya saçılmış kitaplar (kimisi
kuleye dönmüş “en altta kalanın canı çıksın”), yerde açık defterler (eşiğe
kadar kullanılmış), hepsi olasılıklar sınırında ve varlıkları isteğe bağlı
değil. Demekki, mecburiyetten, demekki çaresizlikten, büyük bir şey olmalı bu
çaresizlik, ele gelmeyen, tanımlara sığmayan, civa gibi oynak. (bu kelimeyi akılda
tutalım!) Ruhum biraz olsun hafiflemeye başladı! Şimdi, baştaki atlar, kum zerreleri,
esrik yürek fasa fiso. Sabun köpüğü... Dalgaların kumsalda sildiği izler...
Püfff! Kalem biraz emek ister, biraz tekrar, biraz giriş, gelişme ve son
isteyebilir, biraz hava, biraz nem, biraz küfff, açık bir ucun dışında, baştan
belli, isteğe bağlı bu kez, isteğe bağlı olduğundan önceden düşünülmüş ve
planlanmış, ve kıs kıs gülünen (bildiğiniz gibi o ne derse o). Hey haba duba
dum! Bütün tanımlar dışarı! Mecbur olmadığımız bir mecburiyet eşikte, zili
çalıyor coşkuyla! Titreşimleri burdan duyuluyor! Soluk alış-verişleri,
ayaklarının sabırsızlığı (yerinde duramıyor çılgın), arada dış kapının camından
kendine bakıyor, aynadaki yansımasına, kendini görüp görmediğini bilmiyorum, o
kadar derinlere inecek ne vakit var ne de öyle bir mecburiyet, kapıyı açmak
zorunda da değilim! Az sonra, ısrarla çaldığı zili çalmaktan vazgeçiyor, çıkmaz
sokaktan kös kös gerisin geri dönmüş olmalı. Günün ikinci kahvesini canım
çekiyor. Ve yine kapının zili çalıyor. Geri mi döndü? Bu sefer diyafondan somut
bir bilgi talep ediyorum: Kapıcı. Diyor ki, kapıda adınıza küçük bir paket var.
Getirsene! İçinden çıkan aklımdan da çıkmış, oysa akılda tutalım demiştim.
Demekki zamanı gelmiş. Tutup yerli yerine koyuyorum. Bir kelime : OYNAK.
Cuma, Ocak 06, 2023
Sahile Vuran Dalgalar
En
son 19 Aralık tarihinde açmış olduğumu anladığım diz üstünün başına geçtim. Hemen
hemen her gün ilişki kurduğum bir
nesneyle olan bağımın 17 gün gibi kayda değer bir süre çözülmüş olmasının ne
anlama gelebileceğini düşündüm. Aklıma ilk gelen şey “hafiflik” oldu. O zaman,
diye düşündüm, yüklerimi atmış olduğum bir süreçteymişim ve yüksüz olduğuma
göre hızlanmışım. O halde, hızlanmış olduğuma göre, unutmuş olmalıyım ve
unuttuğuma göre, geri dönmeyi özlemiş olamam. Evet, bir dönüş özlemi, duymuş
olmamam gerekir bu durumda. Demekki, on yedi gün, her nerdeysem, bana on yedi
gün önceki Ben’i unutturmuş.
Nietzsche,
“Sonsuza kadar yinelenme” düşüncesine
yüklerin en ağırı, demişti (das schwerste gewischt). Oysa, biz unutuyoruz,
unutmasak sonsuza kadar yinelenme dünyasının sorumluluğu altında eziliriz.
Kendimizi tekrar etmenin ağırlığıdır bizi ezen. Ve ağırlık dayanılmaz bir
ağırlığa dönüştüğünde kaçarız. Amaç unutmaktır. Bu bakımdan, hatırlayınca
ağırlaşır, unutunca hafifleriz. Hatırlamak için yavaşlamamız, durmamız, unutmak
için hareket etmek ve hızlanmamız gerekir, demekki, yavaşlık=hatırlama,
hız=unutma… Peki, tam önümüzde hayat akıp giderken, hangisini seçmeli,
hatırlamak için ağırlığı mı yoksa unutmak için hızlanmayı mı?
Boyalı Kuş
Jerzy Kosinski Boyalı Kuş’ta bir kuşçudan bahseder kitabın bir yerinde, kuşçu biraz psikopat ve sadisttir, sevgilisi ortalıkta görünm...
