Cumartesi, Aralık 17, 2022

Şairin Kırık Aynasında

Önce bir yoruma, bir yargıya yaslanır, önünde açık duran kitap, sonlara doğru civa gibi kaymaktadır, satırlar uçuşmaya başlar. Hem dünyanın bir temsili ama başka bir temsili olan sayfalar arasındaki düşünsel koşturmaca mesai olmaktan çıkar, alışkanlığa dönüşür. Dönüşüm başlamıştır, cinsiyetler kendi çizgilerinde erir, türler kaynaşır, ışığın kristal prizmasından yansıyan sonsuzluk yeleği okuru sarar. Sevgilinin geciken ölümü, kaçınılmaz veda, sonlu yaşantı, eninde sonunda okuru yakalar. Roman da ölümün işaret fişeğini yakmış, malum soruyu sormuştur son dönemece girerken “Uzakta sabırsızlıktan yerinde duramayan ölümü işitiyor musun?” Şair’in can vermek üzere olduğu bölüm, okuru da yerinden sıçratır, ölümün çağrışımı önceki sayfalara yönlendirir: “Şiirin aynalı evinin ne denli hüzünlü olduğunu yalnızca gerçek şair bilir!” Yargının keskinlik ve kopma arzusu içeren ifadesi  okuru bir kez daha sıçratır : “…bir daha tekrar edelim şiirin büyülü evreninde her ileri sürülen gerçek olur, yeterki ardında yaşanmış duygunun gücü olsun.” Roman bir şairin etrafında dönen bir romandır, öteki şairler de arada görünür: Esenin, Riambaud, Mayakovski,  Wilde, Hölderlin, Puşkin…  Okur, bu şairlerin etrafında hüküm süren kadınları da görür:

Esenin ve Mayakovski’nin teyzeleri, Hölderlin ve Lermontov’un Büyük annesi, Puşkin’in süt annesi ve babanın gölgesini örten annelerin varlığı; Oscar Wilde’ın annesi küçük Oscar’ı kız çocuğu gibi giydirir, zavallı çocuk, aynadaki yansımasında ne görmüş olabilir ki o yaşında? Ama, annenin, ablaların, öteki kadınların oluşturduğu güç meclisinde aynadaki masum kız çocuğu görüntüsünün ona kadınlar meclisinin kapılarını açacak bir anahtar rolü oynayacağına, bir özdeşlik sağlayacağına dair bir şeyler hissetmiş olmalı.


Gelgelelim, şair, dişil özdeşliğin korunaklı dünyasının dışına çıkması gerektiği anda –okul yaşı geldiğinde, ergenlikte- asıl mücadele, asıl hikaye başlar ve bir maymun gibi taklit edilen dişil imgesinde sapmalar meydana gelir. 1941’de genç yaşta ölen Çek şairi Jiri Orten günlüğüne şöyle yazar : "Adam olma günü geldi!" 


Kabul törenleri öncesinin meşakkatli ve dolambaçlı yollarından geçmek zorunda kalan her kimse dış ve iç arasındaki çelişkiyi derinden hisseder. Mesela Charles Baudelaire 40 yaşına gelir ama annesinden korkmaya devam eder.



Gerard De Nerval, annesini kundaktayken kaybeder ve annesinin güzel gözlerinin hipnotize edici etkisini tüm yaşantısında hisseder.


Roman kahramanı Jaromil (Çekçe : İlkbaharda seven ) aynı yazgıyı paylaşır : "Annesinin yüzüne yapışmış olduğunu, kozanın, kendi görünümüne sahip olma hakkını tanımak istemediği larvayı sarmalaması gibi, annesinin kendisini sarıp sarmaladığını hissediyordu." (...)

"Jaromil, annesini hem seviyor hem de ondan nefret ediyordu." (...)

"Aşk şiiri kadınlara sunulan güller gibiydi." (...)

"Aşkın nesini değiştirmeye çalışıyorsunuz yoldaşlar? Aşk dünyanın sonuna kadar hep aynı olacaktır." (...)

"Tüm şairler kardeştir ve soyun gizli işaretini bir kardeşte ancak başka bir kardeş tanıyabilir." (...)

"Nefretle annesini düşünüyordu; çamaşırlarını veren , bir jimnastik külodu giymesi için kendisinden gizlenmesi ve donunu masasına saklaması gereken, her bir çorabından, her bir gömleğinden haberdar olan annesini düşünüyordu. Onu, halkası boynuna kaynayan uzun bir tasmanın ucunda tutan annesini düşünüyordu."

ŞAİR FİRAR EDİYOR

"Şairin annesinin kollarından kopup firar edeceği anın gelmesi gerekir." (...)

"Arthur Rimbaud kaçmaya devam ediyordu; boynuna kazınmış bir tasmayla kaçıyor ve şiirlerini kaçarken yaratıyordu."


Sürekli çevresinde olan belli, belirsiz kadınsı imgenin çekiciliği, bambaşka dünyanın (dışarının) insanı olan Baba’nın otoriter, mesafeli, sert fiügürüyle çelişiyordu. Aradaki mesafe –dış dünyada etkin olamama korkusu-, baba, anne ve erkek çocuk arasındaki bu evrensel korku –iktidar kaygısı- okurun, okuduğu romanın sayfalarında şairleri buluşturur; erkeklik çizgilerinin eksikliği ve arayışı, rolün belli, belirsiz imgesinden öteye geçemez, arzunun nesnesinin muğlak ülkesinde gelgitli suretler yaşam ateşini körükler, şair şiiri için gerekli lirik havayı pompalarken, şiirin akvaryumunda rengarenk mısralar soluk alır

Yaşam Başka Yerde romanının kurmaca şairi Jaromil’de romanda adı geçen şairler gibi firari düşlerin peşindeydi. Annenin koruyucu kucağı ile dış dünyanın şenlik ateşleri arasındaki düşlerde,  şiirin değişken aralığı daralıp, genişlerken, şair daraldığında dışarı çıkıp daralan aralığı genişleten ilham verici malzemeyi topluyordu. Esin perisi her yerden karşısına çıkabilirdi. İyi ki şiir vardı, annenin sarmalayan kozasının karşısında sınırsızlık vaateden bir sığınak, şiir.

“Yazdığı şiir tepeden tırnağa özerk, bağımsız ve anlaşılmazdı.” 

Lautreamont’un dizeleriyle büyülenmişti, şemsiyeyle dikiş makinasının karşılaşmasında, kristal bir prizmadan yansıyan ışığın sonsuzluğunu buluyordu. Kelimeler böylece basit bir şekilde sıralanmanın ötesinde tartışılmaz bir özerklik kazanıyordu. Günlük dilde, telefuz edilir edilmez yok olan, sözlük anlamından başka bir şey olmayan kelime, nesnelere olan tabiyetini kırıp, kodlarının dışında,  bilinen anlamından kurtuluyor, nesnelerin ötesinde bir yerde kendisi bir nesneye dönüşüyordu…ya da aksine bir HİÇ’likten söz edilebilirdi. Onlar hiçbir şeye ait olmazlardı. Bir şey ne kadar çağrışımsız olabilirse o kadar….

Jarom’ilin  taktığı şapka ona hayatı unutturuyordu. Günlük hayat, ona göre, “aşağıda” şiir ise “yukarda” idi (serüven).

 

 

Perşembe, Aralık 08, 2022

Neymiş?



Beyaza keser gibisine yedi renk birbirimize değişmemiz. Sevmeye izinli kağıdıyla sokaklarda gezen aşK Kelimesi sevincini büyütüyor. Birbirine uydu dişliler uyumdan sarhoş. Merkez büro amiri Güneş dans ediyor camda. Çatıda bir kedi kuyruğu silecek gibi deviniyor. Kunduzdan bahsediyor parklarda Ali Rıza, dalıp gidiyoruz bizden sonraya. Neyi biliyoruz ki zaten? Düşmüşüz yollara, zaten gezmişim, zaten ben denizim, zaten birkaç çizik, birkaç çentik, işte kunduz, sevgilim ben buyum. Kaçmadan raptetmeli geleni. Bulut gibi, su gibi çünkü hangi labirente girse o. Yani? İnsan işte!..

Ben buyum, bir zamanlar kuştum, gözlerine değince uçmuşum.

Boyalı Kuş

Jerzy Kosinski Boyalı Kuş’ta bir kuşçudan bahseder kitabın bir yerinde, kuşçu biraz psikopat ve sadisttir, sevgilisi ortalıkta görünm...