Önce bir yoruma, bir yargıya yaslanır, önünde açık duran kitap, sonlara doğru civa gibi kaymaktadır, satırlar uçuşmaya başlar. Hem dünyanın bir temsili ama başka bir temsili olan sayfalar arasındaki düşünsel koşturmaca mesai olmaktan çıkar, alışkanlığa dönüşür. Dönüşüm başlamıştır, cinsiyetler kendi çizgilerinde erir, türler kaynaşır, ışığın kristal prizmasından yansıyan sonsuzluk yeleği okuru sarar. Sevgilinin geciken ölümü, kaçınılmaz veda, sonlu yaşantı, eninde sonunda okuru yakalar. Roman da ölümün işaret fişeğini yakmış, malum soruyu sormuştur son dönemece girerken “Uzakta sabırsızlıktan yerinde duramayan ölümü işitiyor musun?” Şair’in can vermek üzere olduğu bölüm, okuru da yerinden sıçratır, ölümün çağrışımı önceki sayfalara yönlendirir: “Şiirin aynalı evinin ne denli hüzünlü olduğunu yalnızca gerçek şair bilir!” Yargının keskinlik ve kopma arzusu içeren ifadesi okuru bir kez daha sıçratır : “…bir daha tekrar edelim şiirin büyülü evreninde her ileri sürülen gerçek olur, yeterki ardında yaşanmış duygunun gücü olsun.” Roman bir şairin etrafında dönen bir romandır, öteki şairler de arada görünür: Esenin, Riambaud, Mayakovski, Wilde, Hölderlin, Puşkin… Okur, bu şairlerin etrafında hüküm süren kadınları da görür:
Esenin ve Mayakovski’nin teyzeleri, Hölderlin ve Lermontov’un Büyük annesi, Puşkin’in süt annesi ve babanın gölgesini örten annelerin varlığı; Oscar Wilde’ın annesi küçük Oscar’ı kız çocuğu gibi giydirir, zavallı çocuk, aynadaki yansımasında ne görmüş olabilir ki o yaşında? Ama, annenin, ablaların, öteki kadınların oluşturduğu güç meclisinde aynadaki masum kız çocuğu görüntüsünün ona kadınlar meclisinin kapılarını açacak bir anahtar rolü oynayacağına, bir özdeşlik sağlayacağına dair bir şeyler hissetmiş olmalı.
Kabul törenleri öncesinin meşakkatli ve dolambaçlı yollarından geçmek zorunda kalan her kimse dış ve iç arasındaki çelişkiyi derinden hisseder. Mesela Charles Baudelaire 40 yaşına gelir ama annesinden korkmaya devam eder.
"Jaromil, annesini hem seviyor hem de ondan nefret ediyordu." (...)
"Aşk şiiri kadınlara sunulan güller gibiydi." (...)
"Aşkın nesini değiştirmeye çalışıyorsunuz yoldaşlar? Aşk dünyanın sonuna kadar hep aynı olacaktır." (...)
"Tüm şairler kardeştir ve soyun gizli işaretini bir kardeşte ancak başka bir kardeş tanıyabilir." (...)
"Nefretle annesini düşünüyordu; çamaşırlarını veren , bir jimnastik külodu giymesi için kendisinden gizlenmesi ve donunu masasına saklaması gereken, her bir çorabından, her bir gömleğinden haberdar olan annesini düşünüyordu. Onu, halkası boynuna kaynayan uzun bir tasmanın ucunda tutan annesini düşünüyordu."
ŞAİR FİRAR EDİYOR
"Şairin annesinin kollarından kopup firar edeceği anın gelmesi gerekir." (...)
"Arthur Rimbaud kaçmaya devam ediyordu; boynuna kazınmış bir tasmayla kaçıyor ve şiirlerini kaçarken yaratıyordu."
Sürekli çevresinde olan belli, belirsiz kadınsı
imgenin çekiciliği, bambaşka dünyanın (dışarının) insanı olan Baba’nın
otoriter, mesafeli, sert fiügürüyle çelişiyordu. Aradaki mesafe –dış dünyada
etkin olamama korkusu-, baba, anne ve erkek çocuk arasındaki bu evrensel korku
–iktidar kaygısı- okurun, okuduğu romanın sayfalarında şairleri buluşturur;
erkeklik çizgilerinin eksikliği ve arayışı, rolün belli, belirsiz imgesinden
öteye geçemez, arzunun nesnesinin muğlak ülkesinde gelgitli suretler yaşam
ateşini körükler, şair şiiri için gerekli lirik havayı pompalarken, şiirin
akvaryumunda rengarenk mısralar soluk alır
Yaşam Başka Yerde romanının kurmaca şairi
Jaromil’de romanda adı geçen şairler gibi firari düşlerin peşindeydi. Annenin
koruyucu kucağı ile dış dünyanın şenlik ateşleri arasındaki
düşlerde, şiirin değişken aralığı daralıp, genişlerken, şair
daraldığında dışarı çıkıp daralan aralığı genişleten ilham verici malzemeyi
topluyordu. Esin perisi her yerden karşısına çıkabilirdi. İyi ki şiir vardı,
annenin sarmalayan kozasının karşısında sınırsızlık vaateden bir sığınak, şiir.
“Yazdığı şiir tepeden tırnağa özerk, bağımsız ve
anlaşılmazdı.”
Lautreamont’un dizeleriyle büyülenmişti,
şemsiyeyle dikiş makinasının karşılaşmasında, kristal bir prizmadan
yansıyan ışığın sonsuzluğunu buluyordu. Kelimeler böylece basit bir şekilde
sıralanmanın ötesinde tartışılmaz bir özerklik kazanıyordu. Günlük dilde,
telefuz edilir edilmez yok olan, sözlük anlamından başka bir şey olmayan
kelime, nesnelere olan tabiyetini kırıp, kodlarının dışında, bilinen anlamından kurtuluyor, nesnelerin
ötesinde bir yerde kendisi bir nesneye dönüşüyordu…ya da aksine bir HİÇ’likten
söz edilebilirdi. Onlar hiçbir şeye ait olmazlardı. Bir şey ne kadar çağrışımsız
olabilirse o kadar….
Jarom’ilin taktığı şapka ona hayatı
unutturuyordu. Günlük hayat, ona göre, “aşağıda” şiir ise “yukarda” idi
(serüven).