Cumartesi, Aralık 17, 2022

Şairin Kırık Aynasında

Önce bir yoruma, bir yargıya yaslanır, önünde açık duran kitap, sonlara doğru civa gibi kaymaktadır, satırlar uçuşmaya başlar. Hem dünyanın bir temsili ama başka bir temsili olan sayfalar arasındaki düşünsel koşturmaca mesai olmaktan çıkar, alışkanlığa dönüşür. Dönüşüm başlamıştır, cinsiyetler kendi çizgilerinde erir, türler kaynaşır, ışığın kristal prizmasından yansıyan sonsuzluk yeleği okuru sarar. Sevgilinin geciken ölümü, kaçınılmaz veda, sonlu yaşantı, eninde sonunda okuru yakalar. Roman da ölümün işaret fişeğini yakmış, malum soruyu sormuştur son dönemece girerken “Uzakta sabırsızlıktan yerinde duramayan ölümü işitiyor musun?” Şair’in can vermek üzere olduğu bölüm, okuru da yerinden sıçratır, ölümün çağrışımı önceki sayfalara yönlendirir: “Şiirin aynalı evinin ne denli hüzünlü olduğunu yalnızca gerçek şair bilir!” Yargının keskinlik ve kopma arzusu içeren ifadesi  okuru bir kez daha sıçratır : “…bir daha tekrar edelim şiirin büyülü evreninde her ileri sürülen gerçek olur, yeterki ardında yaşanmış duygunun gücü olsun.” Roman bir şairin etrafında dönen bir romandır, öteki şairler de arada görünür: Esenin, Riambaud, Mayakovski,  Wilde, Hölderlin, Puşkin…  Okur, bu şairlerin etrafında hüküm süren kadınları da görür:

Esenin ve Mayakovski’nin teyzeleri, Hölderlin ve Lermontov’un Büyük annesi, Puşkin’in süt annesi ve babanın gölgesini örten annelerin varlığı; Oscar Wilde’ın annesi küçük Oscar’ı kız çocuğu gibi giydirir, zavallı çocuk, aynadaki yansımasında ne görmüş olabilir ki o yaşında? Ama, annenin, ablaların, öteki kadınların oluşturduğu güç meclisinde aynadaki masum kız çocuğu görüntüsünün ona kadınlar meclisinin kapılarını açacak bir anahtar rolü oynayacağına, bir özdeşlik sağlayacağına dair bir şeyler hissetmiş olmalı.


Gelgelelim, şair, dişil özdeşliğin korunaklı dünyasının dışına çıkması gerektiği anda –okul yaşı geldiğinde, ergenlikte- asıl mücadele, asıl hikaye başlar ve bir maymun gibi taklit edilen dişil imgesinde sapmalar meydana gelir. 1941’de genç yaşta ölen Çek şairi Jiri Orten günlüğüne şöyle yazar : "Adam olma günü geldi!" 


Kabul törenleri öncesinin meşakkatli ve dolambaçlı yollarından geçmek zorunda kalan her kimse dış ve iç arasındaki çelişkiyi derinden hisseder. Mesela Charles Baudelaire 40 yaşına gelir ama annesinden korkmaya devam eder.



Gerard De Nerval, annesini kundaktayken kaybeder ve annesinin güzel gözlerinin hipnotize edici etkisini tüm yaşantısında hisseder.


Roman kahramanı Jaromil (Çekçe : İlkbaharda seven ) aynı yazgıyı paylaşır : "Annesinin yüzüne yapışmış olduğunu, kozanın, kendi görünümüne sahip olma hakkını tanımak istemediği larvayı sarmalaması gibi, annesinin kendisini sarıp sarmaladığını hissediyordu." (...)

"Jaromil, annesini hem seviyor hem de ondan nefret ediyordu." (...)

"Aşk şiiri kadınlara sunulan güller gibiydi." (...)

"Aşkın nesini değiştirmeye çalışıyorsunuz yoldaşlar? Aşk dünyanın sonuna kadar hep aynı olacaktır." (...)

"Tüm şairler kardeştir ve soyun gizli işaretini bir kardeşte ancak başka bir kardeş tanıyabilir." (...)

"Nefretle annesini düşünüyordu; çamaşırlarını veren , bir jimnastik külodu giymesi için kendisinden gizlenmesi ve donunu masasına saklaması gereken, her bir çorabından, her bir gömleğinden haberdar olan annesini düşünüyordu. Onu, halkası boynuna kaynayan uzun bir tasmanın ucunda tutan annesini düşünüyordu."

ŞAİR FİRAR EDİYOR

"Şairin annesinin kollarından kopup firar edeceği anın gelmesi gerekir." (...)

"Arthur Rimbaud kaçmaya devam ediyordu; boynuna kazınmış bir tasmayla kaçıyor ve şiirlerini kaçarken yaratıyordu."


Sürekli çevresinde olan belli, belirsiz kadınsı imgenin çekiciliği, bambaşka dünyanın (dışarının) insanı olan Baba’nın otoriter, mesafeli, sert fiügürüyle çelişiyordu. Aradaki mesafe –dış dünyada etkin olamama korkusu-, baba, anne ve erkek çocuk arasındaki bu evrensel korku –iktidar kaygısı- okurun, okuduğu romanın sayfalarında şairleri buluşturur; erkeklik çizgilerinin eksikliği ve arayışı, rolün belli, belirsiz imgesinden öteye geçemez, arzunun nesnesinin muğlak ülkesinde gelgitli suretler yaşam ateşini körükler, şair şiiri için gerekli lirik havayı pompalarken, şiirin akvaryumunda rengarenk mısralar soluk alır

Yaşam Başka Yerde romanının kurmaca şairi Jaromil’de romanda adı geçen şairler gibi firari düşlerin peşindeydi. Annenin koruyucu kucağı ile dış dünyanın şenlik ateşleri arasındaki düşlerde,  şiirin değişken aralığı daralıp, genişlerken, şair daraldığında dışarı çıkıp daralan aralığı genişleten ilham verici malzemeyi topluyordu. Esin perisi her yerden karşısına çıkabilirdi. İyi ki şiir vardı, annenin sarmalayan kozasının karşısında sınırsızlık vaateden bir sığınak, şiir.

“Yazdığı şiir tepeden tırnağa özerk, bağımsız ve anlaşılmazdı.” 

Lautreamont’un dizeleriyle büyülenmişti, şemsiyeyle dikiş makinasının karşılaşmasında, kristal bir prizmadan yansıyan ışığın sonsuzluğunu buluyordu. Kelimeler böylece basit bir şekilde sıralanmanın ötesinde tartışılmaz bir özerklik kazanıyordu. Günlük dilde, telefuz edilir edilmez yok olan, sözlük anlamından başka bir şey olmayan kelime, nesnelere olan tabiyetini kırıp, kodlarının dışında,  bilinen anlamından kurtuluyor, nesnelerin ötesinde bir yerde kendisi bir nesneye dönüşüyordu…ya da aksine bir HİÇ’likten söz edilebilirdi. Onlar hiçbir şeye ait olmazlardı. Bir şey ne kadar çağrışımsız olabilirse o kadar….

Jarom’ilin  taktığı şapka ona hayatı unutturuyordu. Günlük hayat, ona göre, “aşağıda” şiir ise “yukarda” idi (serüven).

 

 

Perşembe, Aralık 08, 2022

Neymiş?



Beyaza keser gibisine yedi renk birbirimize değişmemiz. Sevmeye izinli kağıdıyla sokaklarda gezen aşK Kelimesi sevincini büyütüyor. Birbirine uydu dişliler uyumdan sarhoş. Merkez büro amiri Güneş dans ediyor camda. Çatıda bir kedi kuyruğu silecek gibi deviniyor. Kunduzdan bahsediyor parklarda Ali Rıza, dalıp gidiyoruz bizden sonraya. Neyi biliyoruz ki zaten? Düşmüşüz yollara, zaten gezmişim, zaten ben denizim, zaten birkaç çizik, birkaç çentik, işte kunduz, sevgilim ben buyum. Kaçmadan raptetmeli geleni. Bulut gibi, su gibi çünkü hangi labirente girse o. Yani? İnsan işte!..

Ben buyum, bir zamanlar kuştum, gözlerine değince uçmuşum.

Çarşamba, Kasım 30, 2022

Hüzünlü Bir Peruk

Şimdi, K’yı anlıyor… Birdenbire oluyor, demişti, her şey birdenbire. Aradan kaç yıl geçmiş, üç, beş sözcükle K, tekrar karşımızda. Onunla olduğumuz zamanların çoğul hali, prizmatik kesişmeleri. Kesinlik değil belirsizliklerden beslenen ve farkındalık farkındalığından uzağında zamanlar.  Habersiz bir muktedirlik hali… Ama kifayetsiz olmayan... 

"Sanki elimizde bir kaldıraç vardı" 

Gençliğin kaldıraçları kolay tükenmez, ama sonraları? 

K, işte o zamanların mahsulü, BİRAZ DELİŞMEN, BİRAZ FÜLFÜLLÜ, BİRAZ UÇUK KAÇIK… Caddeye çıkardık hava kararınca, yerimiz belli, maksemin kurnası, suyu akmayan çeşmenin mermeri, orda cadde-i kebir genişler, piyasa vakti, ofis çıkışı, hercümerç alem o anda kesişir, erken demlenme saatimiz başlar…

            “Şu geçeni hatırlıyor musun?”

            “Hatırlamam mı? Lüksemburg’da ıstakayla!”

            “Evet! Kalemiti Ceyn!”

            “Nasıl da korkusuz yürüyor!”

Hava biraz daha kararıyor. Eski Venüs sinemasına bitişik bir tekel var, K, dem almaya gidiyor, elinde kara bir naylon torba.

            “Fıstık da aldım. Biraz da cips.”

            “İyi!”

            “İki defa ödedim”

            “…!”

“Mişon’un tavandaki televizyonuna bakarken, herifin biri tezgaha koyduğum onluğu aşırmış.”

            “Deme!”

“Mişon’da ben parayı almadım, diyor, adam aldıysa başka, koymasaydın parayı tezgaha”

“Bizim kadar safını da bulamazlar!”

“Ne demezsin! Hadi! Unutuşa içelim!”

Derken, gece olmuş, maksemin mermerinde saatler akmış, K’nın o günkü hali, attığı kahkahalar, bir polis-travesti kovalamasında –cadde için sıradan bir şey- travestinin yere düşen peruğu, polisin düşen şapkası, ikisinin de kel oluşu, polisin şapkayı yerden almakla travestiyi yakalamak arasında tereddüt edişi, şapka düşünce ortaya çıkan ikisinin pırıl pırıl dazlak kafaları, caddenin kalabalığı arasında, polis şapkası ve travestinin kızıl peruğuna basmamak için tökezleyen ayaklar, "burda bir şeyler olmuş", "ama ne?", anlamsız bakışlar, bir süre o tuhaflığı seyretmemiz, sonra K’nın gidip travestinin peruğunu alışı…

            “Napıcaksın lan o peruğu!”

            “Bilmem!”

            “Şapkayı neden almadın?”

            “Bilmem!”

            “Bildiğin bir şey var mı?”

            “…”

Sonra sessizlik. Gece… K’yı o geceden sonra kaybolması... Bir bekar evinde kaldığını biliyordum. Sordum. Kimse bilmiyor. Meçhul… O gecenin hatırası sadece… Hüzünlü bir peruk… Her şey birdenbire oluyormuş… Ama olan ne hiç birimiz bilmiyoruz… Bildiğimiz tek şey hiç bir şeyi bilmediğimiz.

 

Pazar, Kasım 27, 2022

Sol Ayakla Sağ Ayak Arasındaki Fark

“Bir eklem sorunum var bugün gelemiyorum” dedi Vasil.

“Geçmiş olsun!” dedi Kıril “iyi olunca gelirsin”

“Sormadı” diye düşündü Vasil, “oysa sorsaydı nedenini söyleyecektim” az da olsa bir burukluk hissetmişti. Ayrıntılara önem verirdi, ama herkesten aynı şeyi beklemek de safdil bir beklentiydi, bunu da bilirdi. Gelgelelim az önceki telefon konuşmasının eksiğini tamamlama isteği ağır bastı: böyle güç anlarda cinler gibi üşüşen Türkçe sözcükler arasında en elverişli olanı seçebilmek için gözlerini kıstı, aynadaki yüzü buzlu bir camın ardından görünen bir silüete dönüştü. Buzlu bir cam üstünde oynaşan kirpikler. Odaya tekrar dönüp ahşap sehpanın üstünde duran telefonu eline alıp, numarayı yeniden aradı.

“Neresi ağrıyor biliyor musun?”

“Yooo!”

“Ayak başparmağımın eklem yeri…”

“Anlıyorum!”

“Hangi ayağım olduğunu merak etmiyor musun?”. Herkesin başına gelebilecek sıradan bir sağlık sorununu bildirmek için tekrar araması, Vasil’in gücenmiş olduğunu akla getirebilirdi, bu nedenle Kıril, doğrudan merak etmedim demek yerine, düşünmedim, demeyi uygun buldu. Ama yeterli olmamıştı. Vasil bu sonu başı belirsiz, bir yerde anlamsız diyaloğu bir kez başlatmıştı, ya onu bir yere bağlayacak ya da arkadaşlıkları bir kez daha yara alacak belki de son bulacaktı, o nedenle konuyu biraz bağlantılı başka bir yöne çekti.

“Biliyorsun bizim işimize sağ ayakla sol ayak arasında muazzam bir fark var!”

“Elbette” dedi Kıril uzlaşmanın yollarını araştıran bir ses tonuyla.

“Beş yıl önce derneği kurmayı ilk kez düşündüğümüzde ne konuşmuştuk hatırlıyor musun?

“Çok iyi hatırlıyorum!” dedi Kıril.

“Söyle!”

“Birbirimize asla yalan söylemeyeceğiz, doğrudan ayrılmayacağız, birimiz ötekimiz için”

“Evet” dedi Vasil “ilgi azalırsa, bilgi akışı mümkün olmaz, bu da iletişimi eninde sonunda koparır, yanlış mıyım?”

“Doğru” dedi Kıril, “yalansız bir dünya kurmak istiyorsak önce şeffaf olmalıyız.”

“Biz şeffaf olmaz, içimize kapanırsak, derneğin geri kalanı ne yapar, hiç düşündün mü?”

“Evet, onlar da bizi örnek alırlar, içlerine dönerler. Bu arada hangi ayağındaydı ağrı?”

“Sağ ayağımda!”

“Sağ ayağının başparmağında?”

“Evet!”

“Eklem yerinde ?”

“Evet! Eklem yeri çok ağrıyor!”

“O yüzden bugün gelemeyeceksin.”

“Evet, birkaç gün dinlenmem gerekiyor, toplantıya gelen arkadaşlar durumu anlatırsın”

“Elbette! Yokluğunu belli etmemeye çalışacağımdan emin olabilirsin.”

“Eminim! Görüşürüz!”

“Görüşürüz!”

Telefon görüşmesinden sonra Vasil tekrar, banyoya gidip, aynaya baktı, aynadaki yüzüyle, az önceki konuşma arasında bir bağlantı bulmaya çalışır gibiydi bakışları, sanki bir haftalığına çıktığı tatilden eve geri döndüğünde eşyalarını yabancılayan biri gibi hissediyordu, “sol ayak önemli” diye mırıldandı, “sol ayak daha önemli!”

Cuma, Kasım 25, 2022

Alice ve Güvercin


"Ee! Nesin sen?" dedi Güvercin. "Bir şeyler uydurmaya çalıştığını görüyorum!" (Alice Harikalar Diyarında, 5. Bölüm)
 

Pazar, Kasım 20, 2022

Pamuk İpliği

 


Dr. Nazi öyküsü, Charles Bukowski’nin romanlarında, öykülerinde görünen alter egosu Henry Chinaski adlı kurgu karakterin  gittiği muayenehanede geçer. Öyküde sadece üç karakter yer alır: Chinaski (Hank), eski bir nazi olan doktor, muayenehanenin tozunu alan güzel hemşire. Bekleme odasında, hemşire “…üstündeki dar önlükle yere çömelmişti…” Chinaski’yi bambaşka sulara çeker, ılık, yumuşak, şeffaf, akışkan… Muayene odasında, havanın sıcak olmasına rağmen Chinaski’nin eldivenlerini neden çıkarmadığına verdiği cevapsa bu kez doktorun bambaşka sulara girmesine neden olur:           

  “Eldivenler de neyin nesi?”

            “Hassas bir adamım ben doktor.”

            “Hassassın demek?”

            “Evet.”

            “Öyleyse sana eski bir Nazi olduğumu söylemeliyim.”

            “Olsun.”

            “Önemi yok mu sence?”

            “Hayır.Yok.”

Belki de, Chinaski’nin cevabını tatmin edici bulmayan doktor, açıklama ihtiyacı duyar. Esir düşmesinden başlar, bir hayvan gibi yük vagonuna doldurulduklarından, yol boyunca halkın kendilerine, taş, gübre, kemik, çalı çırpı ne bulurlarsa attıklarından söz eder, lafı son meteliğine kadar almaya yemin etmiş karısına getirir. Kin ve intikam duygusundan bahseder. Kadınları salgı bezleri, erkekleri ise yürekleri yönetiyordu. İşte bu yüzden sadece erkekler acı çekiyordu, diye bitirir ve Chinaski’yi muayene eder; elleri su toplayan, uzun kuyruklarda beklemekten başı dönen Chinaski’ye doktor sorar:

“Psikiyatra görünmeyi düşünmedin mi hiç?”

“Yararı olmaz” der Hank, “ Sıkıcı insanlar, hayal güçleri sıfır.”

Chinaski’nin kesin tavrı doktoru etkiler, belki de psikiyatra ihtiyacı olan kendisidir, dökülür:

“Karımdan kurtuldum hiç olmazsa,” (…) “O iş bitti.”

“İyi” (…) “Nazi olduğun günlerden söz et bana.”

“Seçimim yoktu. Askere aldılar bizi. Gençtim. Ne yapabilirsin ki? Aynı anda iki ülkenin vatandaşı olamıyorsun. Savaşa gidiyordun ve hayatta kalırsan kendini insanların sana bok attıkları bir yük vagonunun içinde buluyordun…”

Doktor sonra, kadın hastalarından biriyle evlenmiş.

“Şimdi mutluyum…ama…(Ellerini ayaları yukarı gelecek şekilde iki yana açıp yukarı baktı.)”

Chinaski, kuyruk fobisinden söz eder tekrar. Almak için kuyruğa girmesi gereken bir ilaç yazar doktor. Librium. Chinaski, daha sonraları da gelir doktora, en son seferinde kulaklarının iyi işitmediği anlaşılır. Öykünün sonunda, Chinaski bir muayene sonrası dışarı çıkar, doktorun başından geçenler, kendi durumu varoluşsal bir sorgulamaya girmesine neden olur,  her şey acıya dönüşmekte, herkes acı çekmektedir:

“…birden herkesin sürekli acı çektiği dank etti kafama, acı çekmiyormuş gibi yapanlar da buna dahildi. Büyük bir keşifle karşı karşıyaymışım gibi bir duyguya kapıldım.”

Öykü, hastanenin önündeki trafik lambasından sağa dönen bir arabanın genç bir kıza çarpması ile son bulur.

“…güneşin altında doğrulup oturduğunda burnundan kan boşaldı.”

 

 

 

Çarşamba, Kasım 16, 2022

"Türkçe Bilenin İşi Rast Gider"*


Ruhi, sözcüklerden bir hava yastığı oluşturmuş... Bilincimiz hayatın tık! sesiyle sona eren yukarı doğru bir çıkış olduğu gerçeğiyle sarılmış. Hareket alanının bu kadar daraldığı bir zamanda, havamızın yerinde olması, herşeyin havada kalmaması adına, her zamankinden daha önemli.  Sözcüklerin hava yastığı karanlık geçitin tehlikesine karşı imzalanan bir sözleşme olabilir. Hangi dilin sözcükleriyle bu sözleşmenin faydalarını görebiliriz ve bu faydalar nelerdir? Öncelikle ana dilimizde elbette, yabancı bir ülkede yaşasak bile, önce Türkçe’de… Cemal Süreya’nın kitabını* sırf adının imlediği “kıvraklık ve işlevsellik” adına okuyabiliriz, üstelik, kendi deyimiyle “kabartma bir şiir” yazmış –darphane müdürü olarak demir paraların yüzünü kabarta kabarta- özgün bir şairin hayat hikayesi, sahne-tasvir tablolarıyla zenginleştirilmiş bir kitapta sunulmuş ekstra bir zevk vaat ediyorsa. Kelime, kitap, şiir, bazılarımızın hayatta kalmasına yardımcı olur… Sözü, Cemal Süreya’dan bir şiirle, Uçurumda Açan, şiiriyle bağlayalım…

UÇURUMDA AÇAN

Aşktın sen, kokundan bildim seni
Bir ahırın içinde gezdirilmiş gül kokusu
Taşıttan indin, sonra da karşıya geçtin
Elinde tuhaf bir çanta, saçında soku

Akıl almaz işleri şu zambakgillerin
Sokakta bir sövgü gibi akıp gittin
Gözlerin sonsuz uzun, sonsuz çekikti
Baksan uçtan uca Çin Seddi'ni görebilirdin

Yanındaki adam mutlaka kardeşindir
İstanbul öyle ağırbaşlı bir kent değildir
Aşktın sen, gidişinden bildim seni
Neye yarar sağduyuyu aşmazsa şiir

Birbirinizi kucaklarken neye yarar
Kucaklamıyorsak eski, yeni sevgilileri
Diyorum çoğunca evli kadınlar
Bu yüzden ölü yıkayıcısıdırlar

Bilir misin acaba ne demiş tilki?
Kişi bir anda nasıl çarpılıverir
Kuliste yarasını saran bir soytarı gibi
Giderek nasıl anlaşılmaz olur sözleri

Ömer ki gölü balığı için değil
Kamışı için vergilendirdi
Ama değnek vurulurken zavallı uğruya
Yüzüne ve neresine değmesin derdi

Selam size büyük durumlar, doruk anlar
Dağ görgüsü kazanır Ağrı'yı bir kez görse de kişi
Marmara'dan yirmi yılda çıkaramayacağı gerçeği
Okyanusu beş dakika seyretmekle kavrar

Belki de biraz geç rastladım sana
Ama her şey geç gelmiyor mu yurdumuza
1929 buhranı bile geç gelmemiş miydi
Eksikliğe mi alışmışız, mutsuzluğa mı yoksa

Bir ahırın içinde gezdirilmiş gül kokusu
Ağır uykusu aldatılımış olanın
Ve aldatanın delik deşik uykusu
Taşıttan indin, sonra da karşıya geçtin

Divan, Nazım Hikmet, İkinci Yeni
Kaç gündür adını düşünüyorum
Ne demiş uçurumda açan çiçek
Yurdumsun ey uçurum

Cumartesi, Kasım 12, 2022

Kerameti Kendinden...

Seans, Peter Bichsel’in “Aslında bayan Blum Sütçüyü Tanımak İstiyordu” adlı öykü kitabından bir sözün benzer sözleri çağrıştırmasıyla başlıyor: “Tek yapılacak şey, durmaktır; düşünmeden yürümek, uygun adım yürümektir, çünkü düşündüğün an adımları bozarsın.” Bu söz üstünde durmak lazım, çünkü duraksamama yol açtı, ama önce sözün öteki çağrışımlarına bir göz atalım:  Anton Çehov’un “Ünlem İşareti adlı öyküsü çağrışımların ilki, öykü, tipik bir akademik-alaylı çatışmasını konu alır, bir toplantıda akademisyenin biri, alaylı katip Perekladin’i eleştirir, tahsili nedir, liyakatı var mıdır, noktalama işaretlerini nasıl kullanır, Perakladin’in cevapları basittir, bu konularda düşünmemiştir bile, sadece yaza yaza, alışa alışa yazmak denilen şeyi kırk yıl boyunca icra etmiş ve yazmaya alışmıştır, fakat Perakladin’in yanıtlarından tatmin olmayan, olmayacağı zaten belli olan akademisyen eleştiri oklarını sivriltir, “Hımm… Ama alışkanlık tahsili demek değildir. Noktalama işaretlerini doğru koymak yetmez… Hayır, efendim!.. Onları bilerek yerli yerine koymalı!.. Örneğin, virgülü niçin koyduğunuzu bilmelisiniz… Evet, efendim!.. Bu sizin anlattığınız şey basmakalıp… Taklit imlâ, metelik bile etmez. Bu makineden çıkma bir şeyden farksızdır.” Katip Perakladin’se iyice yontulan eleştiri oku karşısında sessiz kalmayı tercih eder, ama akşam yatağa yattığında uyku tutmaz ve söylenenler doğrultusunda yazın anlayışını sorgulamaya başlar, ta ki kendine bir eksiklik bulana kadar kendini sorgular, o güne kadar son derece basit bir yazım kuralını hiç uygulamamış olduğunu fark eder…

Peter Bichsel’in, tek yapılması gereken şeyin düşünmeden yürümek, olduğunu söylemesiyle çatışan bir durum görürüz Anton Çehov’un öyküsünde, “düşündüğün an adımları bozarsın” yani akademisyenin dediği gibi “onları bilerek yerli yerine koymalı!” sözü dikkate alınırsa adımlar bozulabilir. Bu iki benzer kaynağın birleştiği noktada şu soruyu sormak yerinde olacak: Öğrenmek, bilmek, uygulamak ve uygulama arasında nasıl bir ilişki var? Bir şeyi doğru bir biçimde icra edebilmek için onu önce öğrenip, bilmemiz gerekir mi? İlk bakışta soru biraz anlamsız görünebilir şüphesiz, eğer mevzubahis olan “insan” ise “bilgi” olmadan tatbik edilen her neyse eksik kalacaktır, ama konumuz insan değil de başka canlılar, mesela “hayvan” olsaydı durum değişecekti haliyle. Mesela aynı ormanda yaşayan kırk ayak ve tilki hikayesinde anlatıldığı gibi, hikaye şöyle:  ormanda kırkayağın kırk ayağı nasıl olup da hiç birini karıştırmadan kullandığı hayvanlar arasında sürekli konuşulmaktadır, biraz merak, biraz kıskançlık, biraz da can sıkıntısı vardır söylenenlerde, tilki ise kırkayaktan “danseder gibi” söz edilmesinden, onun kendi dünyasında bu denli mutlu görünmesinden rahatsızdır sanki, eh, biraz da “kurnaz” bilindiğinden o da kendine biçilen kumaşı göstermek ister ve bir gün kırkayağın karşısına çıkar, “kırkayak kardeş, ne güzel yürüyorsun, tıpkı dans eder gibi hareketlerin!”, kırkayak memnun bir ifadeyle tilkinin yürüyüşüyle ilgili yorumuna teşekkür etmiş, tilki devam etmiş “merak ettim de kırkayak kardeş, önce yirmi sekizinci ayağını atıp otuz ikinciyi ardından mı atıyorsun yoksa, on dördü geri çektikten sonra mı yirmi ikinciyi mi öne sürüyorsun?” Zavallı kırkayak afallamış soru karşısında ömrü boyunca hiç hangi ayağı atacağını düşünmemiş ki, cevap verebilsin, uzun uzun düşünmüş ama bir şey söyleyememiş, ama adımlarını düşünmeye başladığından tutukluk yapmış, tutuk adımlarla ordan uzaklaşmış, kıskanç tilki de kurnazlığın övüncü içinde kıskıs gülmüş kırkayağın arkasından.

Buraya kadar bahsi geçen üç kaynağın ortak noktası “beceri” ye dayanır, üçü de psikomotor becerilerdendir, psikomotor beceriler, yazmak, konuşmak, okumak, yürümek, koşmak, futbol oynamak, gitar çalmak, otomobil kullanmak, dans etmek gibi farklı eylem türlerinin uygulanmasıdır. Psikomotor beceri, öğrenilmiş ve kas hafızasına kaydedilmiş, otosistemde tanımlanmış kodlar sayesinde yöntemsel bir yazılıma dönüştürülmüştür. Öğrenme ve kaydetme süreci sonrasında gelen pratikler zamanla sistemin gelişmesini sağlar. Sistem zamanla otomatiğe bağlanır. Sistem sayesinde kişi hareketleri düşünmeden yapar.

Kendi şahsıma, “serbest konu” seçimine göre yürüyen bir blog yazma eyleminin de yukarda söz edilen konuya benzer bir yanı olduğunu düşünüyorum. Çünkü, eylemin, altında yatan şeyin, öncelikle “eylemin kendisi” olması... Blog, belkide “yazma dürtüsü” içeren bir şeyin uygulama alanıdır. Eh,  bu da kılı kırk yaran kuralların, harfi harfine uygulamaların, strese sokan kısıtlamaların ötesinde, uzağında, soyut ve sonsuz bir hareket alanı sağlayabilir. Işığın muhtevasının bilinmezliği gibi mesela… penceremizde yansıyanın bir zerre oluşu… zerreler içinde bir zerre olmamız… Milan Kundera’nın Varolmanın Dayanılmaz Hafifliği adlı romanından bir alıntıyla sözü bağlayalım, son noktayı koyalım en azından, “İçinde yaşadığı yeri terk etmek isteyen kişi mutsuz kişidir.”


Çarşamba, Kasım 09, 2022

Behçet Bey’in Topladığı Kır Çiçekleri

Pencerenin perdesini havalandıran rüzgar biraz üstelese dayanamayıp kapılacaktı sanki. Bir merhamet duygusunun güvenli limanından bakıldığında “acıklı” bir şeyler var o resimde. Sırtını cama dönmüş, iki kadının aralarındaki konuşmayı dinliyor mu belli değil. Akşam güneşinin soluk aydınlığı çatıların arasından içeri sızarken hiç boya görmemiş ahşap çerçevenin kenarında bir kara sinek, sırt üstü yatan bir hamamböceğinin içini boşaltıyor. Behçet bey, bu yazgısal eşleşmede ilahi bir buluşmanın izlerini arıyor. Gündelik sesler arasında dikkat çekmeyen bir ayrıntı olabilirdi kimine göre. Gelgelelim, herhangi bir öykünün sırrını ifşa eden bir eşik de olabilirdi herhangi bir ayrıntı. Biraz el yordamıyla yürümek gibi bir şey karanlıkta… “Körü körüne” gelen bir takım işaretleri, bazı şekilleri, bazı kabartmaları durup incelemek, ayıklamak, elde kalana da “kısa günün karı” demek… Hiç de fena bir şey sayılmaz aslında, süzülen neyse ondan arta kalanın değerli olduğu inancı. Hikayedeki büyük boşlukları dolduracak bir dolgu malzemesidir o inanç. Biz icat etmiş olabilir miyiz? Ne çıkar biz icat etmişsek? Sen, şimdi, akıllısınız da ondan diyeceksin, de bakalım, de, de de, başkası elimizden gelirmiş gibi değil ki, senin icat dediğin şey zaten hep ordaydı, hani heykeltıraşın koca taş kütlesini gösterip ben sadece yonttum, dediği gibi, biz de sadece yontuyorduk her bir şeyi, tabii kendimize yontmayı ihmal etmeden, bir takım şeyleri, başka nasıl gelirdik bugünlere sevgili Abidin, nasıl?

2

Peki “Behçet Bey’in kır çiçekleri” nerde şimdi? diyeceksin haklı olarak. Kır çiçeklerini sevmiş, en zor anında, kır çiçeğiyle mutlu olmuş bir Behçet Bey varmış, de, gitsin Abidin. Asıl hikayenin ne olduğunu kim bilebilir ki şu hayatta? “Bizim hikaye anlayışımız da böyle…”.

Derkenar:

Yazmak, bir çoğalma hissinin duyumu olabilir mi?

 


Pazar, Kasım 06, 2022

Yansımalar : 5 Kasım Cumartesi

“Bugün beni ilk defa güneşe çıkardılar”, dün cumartesi idi ama Nazım Hikmet’in Bugün Pazar adlı şiiri aklıma geldi sahilde yürürken, “…ve ben ömrümde ilk defa gökyüzünün…” Güzel sözcüğü havayı betimlemek için yetersiz kalan bir cumartesiydi. Gökyüzünün mavisi, denizin mavisiyle iç içe geçmiş, “…bu kadar mavi…” pırıl pırıl aynasını gözbebeklerimizde gezdiriyor, sahil gezisine çıkartılmış bebekler çeşit çeşit çocuk arabalarının taht misali sınırlarında mutlu mutlu gülümsüyor. Evler boşalmış, herkes kendini dışarı atmış, gökyüzü “…bu kadar geniş olduğuna şaşarak…” deniz sanki ilk kez keşfedilmiş. Sandallardan, balıkçı teknelerinden atılan misinalar birbirine karışmış, yelkenlerini fora eden yelkenciler, sekizli, on ikili kürekçilerin azimli kürek çekişlerindeki dirençte umutlu yarınlar buluyor, doğayla dans eden insan plastik ayrıntılarını unutmaya hazır. Rüzgarın tatlı esintisinde baştançıkaran tatlı bir şeyler var. Oysa kazların umurunda bile değil dünya. Onlar sadece yer değiştirmişler bu güzel havada. Kürekçiler –bir de birkaç sörfçü var- kazların mutat kıyılarından çıkış yapıyor, sandalların miskin çapaları o kıyıları tarıyor, kazlar da, koyun açığına, bir zamanlar Neveser vapurunun süzüldüğü sularda Moda iskelesinin az açıklarına konumlanmış; kazlar Kalamış sahilinden gözüme acayip ufak görünüyor ve kazların halet-i ruhiyesine dair bir manzume yazmak gibi bir niyetim yok, çünkü doğayla insanın flört ettiği o ana kapılmış gidenlerden biriyim ben de… “…bu anda ne düşmek dalgalara…” Adım Mesut göbek adım Bahtiyar, demek istediğim bir cumartesi günüydü. Sözü Zeki Müren’den bir şarkıyla bağlayalım: “Alkışlarla Yaşıyorum”


Çarşamba, Kasım 02, 2022

Sonuna Kadar Açık panjurlardan Görünen Deniz Manzarasına Bakarken Bir Kitabın Sayfalarında Gezinmek

Neyse, adam tanıdıktı ama nerden? diye sormadım, adam da beni tanıdığına dair en ufak bir belirti yoktu, hani bazen olur, anlamlı bir tebessüm, anlamlı bir bakış, bunların hiç biri yoktu, zaten baştan “sizi nerden tanıyorum ben?” gibi bir soruyu da abes bulurum böyle durumlarda, çünkü dediğim gibi yanılabiliriz ve insan insana benzer, insan bunu gezdikçe gördükçe anlıyor, hatta dünyanın bir yerinde ikiz kardeşimiz bile yaşayabilir, tam bizim gibi, aynı bizim gibi hareket eden, bizim gibi duygulanan, düşünen, hatta bize benzer davranışları olan, belki de dünyanın bir yerinde bize benzeyen, bir kardeşimizi bulma, bir ruh ikiziyle karşılaşma ihtimali ve düşüncesi biraz da bizi böyle dünyanın dört bir yanını gezdirir: 

“…mademki toplumsal mücadele bitti, mademki misyon bitti, o halde cemaate geri dönülmeliydi. Toplumu, insanları düşündüğümüz şekle sokmamız mümkün değilse artık, hiç olmazsa benzerlerimizi bulmalıyız, diyordu.” 

Bu sözler, Murat Gülsoy’un Bu Kitabı Çalın, adlı öykü kitabında “Hasta Bir Konak” adlı öyküsünde geçiyordu, kitabı, nerden tanıdığımı bir türlü çıkaramadığım sonunda bir Türk dizisinde görmüş olduğuma karar verdiğim yüzü gerçekten sinematografik görünen kütüphane memurunun gösterdiği Türk edebiyatı bölümünde gördüm ilk kez. Gerçekten de, kitap adları hem dikkat çekici hem de akılda kalıcı olabiliyor insan zihninde, hatta bazı kitapları hayat boyu okumasak da sırf adlarının dikkat çekiciliği nedeniyle hiç unutmayabiliriz, mesela “Anneme Reklamcı Olduğumu Söylemeyin O Beni Genelevde Piyanist Sanıyor”, “Sen Bana Bakma Ben Senin Baktığın Yönde Olurum”, “Bir Kış Gecesi Eğer Bir Yolcu”, mesela yine bir gün başka bir kütüphanede karşıma çıkan “Prozac’ı Bırak Plotan’a Bak” adlı kitap da, “Okumadığınız İçin Teşekkürler” de böyle kitaplardandı, işte “Bu Kitabı Çalın” da öncelikle, bu yönüyle ilgimi çekmişti, o tarihte, kitap yayınlanalı bir on sene olmuştu, ilk yayınlandığında hem adı hem de Sait Faik ödülü kazanması dikkatimi çekmişti, o zamanlar “manipülasyon” kelimesinin kendi kişiliğime yüklediğim anlam sanırım biraz daha farklıydı şimdikinden, şeylerin özgürce tercih edilebilir olması sorunsalına dair bir kurguyla yaşama seçimlerimi yapıyor ve bununda aslında bir yönlendirme olduğuna dair gerçeği görmezden geliyor ya da üstüne düşünmemek işime geliyordu, Bu Kitabı Çalın’da ilk yayınlandığı yıl, adıyla hem çekici hem de iticiydi, bu bakımdan, sonuç, kitabı keşfetme sürecinin başlangıcının on yıl gecikmesi… Gelgelelim, bu gecikmeyi bir “utanç” vesilesi olarak görmeyecek bir barışıklık içindeyim artık, bazı şeyler, geç, erken olabilir, her zamanlamanın artıları, eksileri bakış açılarına bağlı olarak olabilir, ama bunun ne önemi var, diyebildiysek eğer, bazı şeyleri gelişine vurduğumuz anda daha mutlu olabileceğimizi ana fikir olarak benimseyen bir felsefenin içindeyiz demektir.           

 


Perşembe, Ekim 27, 2022

Yavaşlık - Milan Kundera


Bugün klavyenin başına ikinci kez geçmiş oluyorum böylece. Uykuya dalmadan önce giriş bölümlerini okuduğum Milan Kundera’nın Yavaşlık adlı romanı yanımda, havaya bağlı değişen mevsimlerin temposunun değişmesi ile romanın merkezinde yer alan “hızlılık-yavaşlık” karşıtlığı, roman ve an arasında bir bağlantı oluşurken, romanın o giriş bölümünden bir şeyler aktarmamak bir eksiklik olacak. Biraz gözüm arkada kalmasın diye biraz da romanın bahsi geçen o bölümünü merak edecek bir okur olabilir, diye, Milan Kundera’nın Yavaşlık adlı romanının ilk sayfasından itibaren yeniden okumaya başlıyorum.

Roman, şu cümleyle başlar “Akşamdan gidip geceyi bir şatoda geçirme tutkusuna kapıldık.” Hikaye Fransa’da geçmektedir ve orda şatoların çoğu otele dönüştürülmüş durumdadır. Ve arkasından anlatıcı devam eder: “yeşilliğin kökünün kazındığı çirkin bir alanda yitmiş el kadar yeşillik parçası, uçsuz  bucaksız bir yol ağının ortasında bir sığınak”, insan ve doğa karşıtlığı –manversusnature- kısa bir cümlede verilir. Arabayı anlatıcı kullanmaktadır, aynı anda dikiz aynasından kendilerini takip eden arabanın sinyalinin göz kırpışları ve sabırsız imgesi yanında seyahat eden karısının “hız”a dair bir konuşmayı başlatmasına neden olur : “Fransa’da her elli dakikada bir insan ölüyor yollarda.” Roman daha ilk bölümden adıyla “yavaşlık” arasında hızla bağlantı kurar, acele giden eceler gider, Vera devam eder : “Şunlara bak, hepsi deli bunların, nasıl sürüyorlar. Sokak ortasında yaşlı bir kadını soyarlarken gıkları çıkmayan, tedbiri elden bırakmayan insanlar bunlar. Direksiyona geçince korku morku vız geliyor, unutuyorlar, nasıl oluyor bu?” Vera’nın sorduğu soru, anlatıcıyı devreye sokar, konuyu açar “Yanıtı ne bu sorunun? Belki de şu. Motosikletin üzerine yumulmuş giden insan bu gidişin somut bir saniyesine verir  kendini yalnızca; geçmişten ve gelecekten kopmuş bir zaman parçasına tutunur; zamanın sürekliliğinden kopmuştur; başka bir deyişle, esrime durumundadır; bu durumda yaşı, karısı, çocukları, kaygıları umurunda bile değildir, unutmuştur onları, bu nedenle korkmaz, çünkü korkunun kaynağı gelecektedir ve gelecekten korkmuş insan için korkacak bir şey yoktur.” Görüldüğü gibi anlatıcı, açılımına başka bir kavram getirir : “Zaman”. Bilindiği gibi zaman göreceli bir kavramdır, kişiden kişiye aynı koşullarda, farklı koşullarda geçen süre farklı değerlendirilebilir, hayatımızın en önemli kavramlarından biri olan “zaman”a dair bakış açılarımız çok farklı olabilir. Anlatıcı da romanın birinci bölümünün sonuna doğru sözleriyle bakış açılarımızın farklılığını vurgular zamana dair: “Dikiz aynasına bakıyorum: Karşı yönden gelen arabalar yüzünden bir türlü beni sollayıp geçemeyen aynı araba. Sürücünün yanında bir kadın var; adam kadına neden gülünç bir şeyler anlatmıyor acaba? elini niçin onun dizine koymuyor? Bunu yapacağına, önündeki rabayı yeterince hızlı sürmeyen sürücüyü lanetleyip duruyor; kadına gelince; o da sürücüye eliyle dokunmayı aklına bile getirmiyor, kafasının içinde onunla birlikte araba kullanıyor ve o da beni lanetleyip duruyor.”   Anlatıcı, arkalarındaki sürücünün an’ın güzelliğinde yoğunlaşmasını, an’ın içindeki güzellikleri görmesini, diliyor, eğer arkadaki sürücü bunu yaparsa, iyi ve güzel olan, kötü ve çirkin olanın serpilmesine engel olur. Ve romanın ilk bölümünü bitiren sözlerini okuruz ardından anlatıcının: “Bana gelince; ben Paris’ten bir kır şatosuna yapılan bir başka yolculuğu, Madame de T. İle ona refakat eden genç Şövalye’nin bundan iki yüz yılı aşkın bir süre önce yaptıkları yolculuğu düşünüyorum. Birbirlerinin ilk kez bu kadar yakınında duruyorlar, hızın yavaşlığının yarattığı o dile gelmez kösnül hava onları içine alıyor. Arabanın devinimlerine uygun olarak sallanan iki vücut birbirine dokunuyor, önce raslantıyla, sonra bile bile ve oluyor olacak olan, öykü başlıyor.”


*

Milan Kundera’nın Yavaşlık adlı romanının ilk bölümü, böylece “öykü başlıyor” ibaresiyle biter. Roman, geçmiş günlerin yavaşlık anlayışıyla günümüzün giderek hızlanan insan ilişkilerinin yüzeyselliği arasında gidip, gelirken, bir nevi o geçmişin aylaklığına övgüde bulunur. Günümüz dünyasında “aylaklık” anlaşılabilir bir şey değildir. Anlatıcı da, bunu sorgular, son sözü öyle bağlayalım: “Yavaşlığın keyfi neden yitip gitti böyle? Ah nerede şimdi geçmişin aylakları? Halk türkülerinin tembel kahramanları neredeler, bir değirmenden ötekine sürüklenip duran, açık havada yıldız palasta uyku çeken şu serseri tayfası nerede şimdi? Kır yollarıyla, çayırlarıyla, harman yerleriyle, doğa güzellikleriyle nereye gittiler? Bir Çek atasözü onların tatlı aylaklıklarını bir eğretilemeyle tanımlar: Tanrı’nın pencerelerini seyrediyorlar. Tanrı’nın pencerelerini seyreden kimsenin canı hiç sıkılmaz, mutludur.”  


Boyalı Kuş

Jerzy Kosinski Boyalı Kuş’ta bir kuşçudan bahseder kitabın bir yerinde, kuşçu biraz psikopat ve sadisttir, sevgilisi ortalıkta görünm...