Perşembe, Aralık 23, 2021

Sezai Aydın'ın sesinden : Mesut İnsanlar Fotoğrafhanesi

Ziya Osman Saba'nın ölümsüz eseri Mesut İnsanlar Fotoğrafhanesi'ni Sezai Aydın'ın sesinden dinliyordum sık sık bir aralar, galiba bir kaç ay bazen peş peşe dinledim durdum, hikayeyi matbuat olarak da severdim, bir zamanlar İstanbul Şehir Tiyatrosu'da sahnelemişti, onu da sevmiştim, ama Sezai Aydın'dan duymak bir başkaydı, hikayenin yapısı zaten hüzünlüydü, bir takım özlemler içinde biri, sıradan şeyler ama onu dert ediniyor, hüzünleniyor, ama içine atmıyor dile getiriyor, "Burada her şey, herkes birbirine gülümsüyor. Hiçbir ihtiyar, hiçbir çirkin, hiçbir düşünceli insan resmi yok. Adeta bu fotoğrafhaneye sevinçsiz hiçbir insan ayak atmamış"  öykü Beyoğlu'nda geçiyor, o caddede yaşamışlığım, gözümü orda açmış olmam, orda yaşadığımız romantizm, hayata çocuk gözlerle baktığımız zamanlar, acemiliklerimiz -hala acemiyiz de o günlerde acayip acemiydik - belki de beni öyküye çeken unsurların başında, ama, yok, satırlara sinen hüznün bir de dile gelişi, sesini bulması, canlanması var, Sezai Aydın'la birlikte Ziya Osman Saba da canlanıyor sanki! Öyle, öyle, onlar zaten ölmediler, öldüler mi, yok canım,  kim ki böyle eser bırakır ölebilir mi hiç? Ölmez di mi, ölmez ya ölmez onlar, sizin yanlışınız var! Canımız ne zaman isterse bizimle değil mi ki onlar, o zaman yaşıyorlar bal gibi, işte o kadar, konu kapanmıştır! Mesut İnsanlar Fotoğrafhanesi'ni Sezai Aydın'dan merak edenler için, aşağıdaki videoya bir tık:


 

Salı, Aralık 14, 2021

HATIRLANAN


 

“Ben tavan arasındayım sevgilim!” diye bağırdı delikten aşağı doğru. “Eski kitaplar çok para ediyor. Bir bakmak istiyorum onlara.”. Oğuz Atay’ın “Unutulan” öyküsü... Öykü antolojilerinde sıklıkla yer alır. Ara ara karşıma çıkar antoloji karıştırırken “Unutulan” öyküsü, kendini unutturmaz.İlk cümleden kavrar okuru:

 “Ben tavan arasındayım sevgilim!”…

Tavan arasındaki delikten aşağı seslenir. Tanıdık bir yüzdür. Oğuz Atay’dır. Tavan arasında fenerin ışığı gezinir, unutulmuş eski eşyalar kendini gösterir, kilidi paslanmış bir sandık sadakatle hatıraları saklar, mutlu hatırası kaybolmuş kırık bir çerçeve duvara dayalıdır, kitaplar, dergiler, gazeteler sararmış, solmuştur artık, birkaç böcek fenerin ışığıyla kaçışır, bir örümcek imik ilmik ördüğü ağlar arasında bir trapezci gibi havada asılı kalır, herşey, bir anda hareketlenir, hatıralar uçuşur. Tavan arasındaki delikten bakan adam, “TADBA” unutulmuş olanları hatırlar. Unutmak, unutulmak, hatırlamak arasında gidip, gelir.

Unutmak insana özgü bir şeydir. Sürekli hatırlar, sürekli unuturuz, hüzünlü bir şeylerin sesi duyulur. İnsan zamanla unutuşun nesnesinden uzaklaşır, hiç yaşanmamıştır sanki.

Kısa yaşantısına dört,beş kitap sığdıran Oğuz Atay’ın edebiyat tarihindeki yerini zaman tayin etmiştir. Oğuz Atay unutulan değil hatırlanan bir yazardır artık. Doğum günlerinde, ölüm günlerinde hatırlar, yadederiz, söyleşiler düzenleriz. Yaşarken baskısını göremediği kitapları bugün sayısız baskıya ulaşmıştır. İz kalmıştır, eski eşyalar gibi unutulmamış hep hatırlanmıştır, hatırlanacaktır da. Bugünleri görseydi neler hissederdi acaba? Belki bulutların üstünden bir yerden buruk bir tebessümle insan kardeşlerinin yeryüzündeki telaşını seyrediyordur kimbilir. Aslolan eserdir elbette. Tutunamayanlar tutunacak bir yer bulmuş kendine, Unutulmayan unutulmayan öyküler arasına girmiş, diğer öyküleri keza. “Ben buradayım sevgili okuyucum, sen nerdesin acaba?” diye biter Tutunamayanlar romanı. Edebiyat tarihimizin en meşhur sorusudur galiba. Meraklısı kendince cevaplamıştır herhalde. Doğum günün kutlu olsun sevgili yazar!.. İyi ki yazmışsın!..  

 

Çarşamba, Aralık 08, 2021

“Buradaki kitapların hepsini okudun mu?”


 "Öte yandan “Bu kitapların hepsini okudun mu?” sorusuna acayip sinir oluyorum. Zaten içten içe saldırgan bir soru bu. İşin kötüsü uygun cevabı kestiremiyorum. “Evet” desem, olmayacak. Yalan çünkü. Mesela Joyce’un en ünlü romanı “Ulysses”i azıcık okudum, “Finnegans Wake”inse kapağını bile açmadım. (Umur Çelikyay’ın çevirisiyle Aylak Adam’dan çıkan “Finneganın Vahı” çevirisine de hiç bakmadım.) Proust’un 7 ciltlik “Kayıp Zamanın İzinde”sini de orasından burasından okuyabildim sadece. Kitaplarını aldığım halde okumaya başlamadığım başka birçok yazar var. Zamanları gelecek diye umuyorum. Ayrıca bütün kitaplar okunmak için değil bence, bazılarını başka sebeplerle alırsınız. Hiçbir yerde bulamayacağınız bilgileri içerdiğinden, kapağını veya içindeki resimleri beğendiğinizden, sevdiğiniz bir yazarın külliyatını tamamlamak istediğinizden yahut sadece o kitabı kütüphanenize yakıştırdığınızdan, onun orada durup sizin tarafınızdan keşfedilmeyi beklemesi fikrini heyecan verici bulduğunuzdan… Tutkuyla okumanın ne olduğundan habersiz birine bunları anlatmak imkansız. Öte yandan “Hayır” cevabı da yakışıksız. Peşi sıra gelecek alaycı tebessüme katlanamayabilirsiniz. En iyisi soruyu unutturmanın bir yolunu bulmak; ben de yıllardır bunu yapıyorum." 

Gülenay Börekçi (Egoist Okur)

Gerçekten de sinir olunmayacak bir soru değil "buradaki kitapların hepsini okudun mu?" kimi zaman bazı yazılar o kadar duygu ve düşüncemizi ifade eder ki, sanki o yazıyı biz düşünüp de kaleme almış gibi duyarız kendimizi, Egoist Okur'da rastladığım Gülenay Börekçi'nin yazısı tam da bu düşünsel benzerliği ifade eder nitelikte, o nedenle paylaşıyorum benzer düşünce ikliminde olanlar için...

Salı, Aralık 07, 2021

Fena Halde Süheyla

Selim’in blog yazdığını kız arkadaşı bilmiyor. Bir gün kız şüpheci bir çehreyle “blog mlog yazıyor musun?” diye soruyor. “Hoppalaaa! buyur burdan yak, nerden çıktı şimdi bu durup dururken” diye içinden geçiren Selim içindekileri kız arkadaşına söylemiyor, zaten Selim içindekilerin pek azını kız arkadaşına söylüyor kişisel sansür dairesinin buyrukları nedeniyle. Bir sessizlik oluyor, Selim’in gözü masadaki çay bardağının ağzına bulaşan menemen lekesine takılıyor, bir süre menemendeki domatesin türünü, pembe mi, çeri mi, yemeklik mi, olduğunu düşünüyor, sonra içinden “tabii ki yemeklik aptal, kim menemene kokteyl domates koyar ki?” diye içinden sorduğu bu sorunun anlamsızlığını teslim ediyor. Selim’in domatesle geçen süresinin uzunluğu kız arkadaşı –Süheyla- yı rahatsız ediyor, Süheyla her an irrite olmaya namzet bir karakter ve sıklıkla öküzün altında buzağı arıyor, buzağıyı bulamayınca Selim’e sarıyor doğal olarak, Selim’de bütün içten yanmalı motorlarda olduğu gibi sıkışan enerjiyi dışarı vurmak ihtiyacını duyuyor ama vuramıyor, çünkü onun adı Selim, adı gibi halim selim bir insan Selim, n’pıyor içine atıyor ve içine attığı için altmış, çok çok yetmiş yaşında mefta olan erkekler klübünün kurucu üyeleri arasındaki yerini korumaya devam ediyor. Oysa erkek türü de kadın türü gibi altın günü, gümüş buluşması, platin sarısı, ferforje saati gibi sadece kadınların anlayabileceği toplantılar düzenleme alışkanlığı edinebilseydi genetik olarak, muhtemel ki ortalama ömürleri kadın ömrünün gerisinde kalmazdı. Selim’in çay  bardağı lekesi, menemen, çeri domates üçgeninde gereğinden fazla kalışı Süheyla’yı iyice ikirciklendiriyor ve Selim’i tam yaprak sarma gibi sarıp defterini dürecekken Selim “bir Dakka” diyor “bir kere mlog diye bir şey yok!” diyor, bu Süheyla’nın sorusunun karşılığı değil, Selim  kaçamak dövüşmek zorunda kaldığında yaptığını yapıyor ve bu da Süheyla’yı iyice pimpiriklendiriyor, çünkü Süheyla, Selim’in kaçak dövüştüğü anlarda, daima haklı olduğuna dair bir yargıya sahip ve Süheyla, Selim’i son derece rahatsız eden o kelimeyi söylüyor “hep” bu kelime Selim’i rahatsız ediyor çoğunlukla çünkü, “hep” kelimesi de, "yine", "gene", "daima" gibi bir zaman zarfı olmanın ötesinde, dilin söylenmeyen, dile gelmemiş bir potasiyelini içeriyor, “hep böylesin sen”, “hep aynı şeyi yapıyorsun”, Selim’in nefret ettiği ifadeler bunlar çünkü  “hep” kelimesindeki örtük hüküm Selim'i geniş zaman kipinin sınırlı ifadesine taşıyor, "Selim su sineklerini sever" ya da "Selim sabahları tatlıdır" gibi, Selim bunlar ve benzer ifadeleri tartışmalı yargılar olarak görüyor, aşırı öznel, diye düşünüyor, oysa Selim kız arkadaşını zaman zarfının o sınırlayıcı geçmiş ve geniş zamanları kaynaştıran tanımından uzak tutuyor mesela ona bir kez bile "sen şunu, şunu yapan birisin" dememiş, çünkü Selim insanların kategorize edilmesi fikrine sıcak bakmıyor, onları üç ay öncesiyle, beş ay öncesiyle, geçmişten gelen bir kesitle yargılamak istemiyor, “insan tamamlanmamış bir projedir”, işte Selim’in defterine not ettiği sözlerden biri, Selim'e göre insan sürekli bir tanımlama, sürekli "dil" e içkin, "dil"de kurulan bir varlıktır, yani insan yap-bozların mantığıyla hayatını sürer  sınırlı görünme, maskeler ardına gizlenme çabasına karşın. Selim'in defterinde not ettiği benzer deyişler var, bunlar benzer biçimde insanın tamamlanmayan başka bir yanına işaret ediyor: “ancak yarım kalan aşklar romantik olabilir”, bir diğeri “tamamlanmamış arzu sofradan aç kalkmaya benzer”, bir diğeri “yarım elma gönül elma” Selim’in sonuncu özdeyişin buraya uymadığına dair şüpheleri var, Süheyla cin gibi hemen fark ediyor, “Senin aklın başka yerde!”, “yok canım nerden çıkarıyorsun şimdi”, “Ne düşünüyorsun Selim?”, Selim, Erkekler Vezüv’den Kadınlar Etna’dan adlı saçma sapan bir kitapta erkeklerin bu sorudan nefret ettiklerini okumuştu, adamla, kadın kendi dünyalarında bir odada oturmaktadırlar, kadın bir süredir duvara taşı çatlatan ısrarla bakan adama sorar “Ne düşünüyorsun?”. Süheyla’nın bu sahnedeki sorusu da aslında bu meşhur “Ne düşünüyorsun?” sorusunun amip hücre bölünmesiyle ortaya çıkmış, “Blog mlog yazıyor musun?”, öyle ya, madem bu kadar düşünüyorsun onları bir yerlere çıkarıyor olmalısın, fakat Selim akıllıca davranıyor, kaçamak dövüşten vazgeçmemesi boşuna değil, çünkü doğruluk ancak dokuz köyden kovulmayla sonuçlanıyor, “Mlog yazıyorum!” diyor Arşimet’in “buldum buldum” deyişi gibi, anlaşılan Selim, Süheyla’yı iyiden iyiye sarakaya almaya karar verdi artık, ne kadar sinir öyle değil mi, birlikte olduğunuz erkeğin sizinle dalga geçmesi, Süheyla bu kaçak dövüşlere alışkın olduğundan o konuşma balonuna karakteristik bir ifade bırakıyor, “Yevrey!” sözcüğü nerden bulmuş bilinmiyor, Rusça bir ifade, “tilki gibi kurnaz” anlamına geliyormuş, Süheyla’nın böyle tuhaf okumaları var, Kiril alfabesini iki günde sökmüş, hatta hızını alamamış Runik alfabeye bile sarmış, dahası SultanAhmet-Hipodrom’daki dikili taştaki hiyeroğlifleri okumaya, Çince harflerdeki esrarı çözmeye çalışmış, mandarin aksanı onu heyecanlandırıyormuş, belki de Selim’in aksine iflah olmaz bir bulmaca çözme ve bulmacayı bulmaca çözme sürecinin zevkinden değil de mutlaka onu tamamlama, yani süreç değil sonuç odaklı çözdüğünden ve bulmacanın eksik parçasına kafayı fena halde taktığından, Selim takılırdı ona : “Fena Halde Süheyla”. Oysa bilindiği üzre şu hayatta “tamam” olan bir şey yoktur, sıklıkla sorduğumuz şu soru bize bunu hatırlatır “tamam mıyız?, otobüs kalkmak üzeredir, muavin sayıyı yine tutturamaz, bir yolcu molada yemeği fazla kaçırdığı için gereğinden fazla kalmıştır, “tamam mıyız?”, “evet, kaptan, hareket edebiliriz!”, ve Selim, bu “tamlık” meselesine kafayı takanlardan biriyle –mükemmeliyetçiler-   ne zaman karşılaşsa onların kokusunu uzaktan alır “yalnız yarım kalan aşklar romantik olabilir” sözünü hatırlardı.

Şimdi son noktayı koymanın zamanı gelmişti. “Bitti Süheyla!” dedi Selim, halim-selim bir ses tonuyla, bir ara bunu da yazardı nasıl olsa…

 


Cuma, Aralık 03, 2021

İnsan Nasıl Ölebilir Yaşamak Bu Kadar Güzelken


İnsan Nasıl Ölebilir Yaşamak Varken

 

Kitaplar okuyoruz, kapakları, yazarı, konusu, üslubu ilgimizi çeken kitaplar… Kimi kitaplar tavsiye ile geliyor, kimisi tesadüfen, galiba tesadüfen keşfettiğimiz kitaplar daha çok hoşumuza gidiyor. İlçe kütüphanelerinden birinde zaman zaman alıcısı olmayan kitaplar “dilediğini al” rafında görücüye çıkıyor, pardesüsün yakasını kaldırmış bir adam kitapları yokluyor, kararsız, “hangisini alsam, hepsini mi alsam, ayıp olmaz mı…” Kararsız kalmak hayatın akışını yavaşlatan bir şey olup çıkıyor, şıklar ne kadar fazla ise mütereddit bir seçme hali o kadar fazla oluyor. Bense, kütüphane görevlisini bile şaşırtan bir hızla dokunmadan, sayfalarını karıştırmadan gözlerimle seçtiğim bir kitabı alıyorum, görevli hangi kitabı aldığımı anlamaya çalışıyor çantama koyarken o kadar seri hareket ettiğimden, belki de o kitabı oraya o koyduğu için hangi kitap olduğun biliyor. Görkemli bir adı var kitabın: “Felsefe Tarihi-yazan Alfred Weber (Strasburg Üniversitesinde Profesör) çeviren H.Vehbi Eralp (İstanbul Üniversitesinde Profesör) Beşinci basım-Sosyal Yayınlar –Birinci basım 1938, elimdeki basım 1998 yılında gerçekleşmiş- Adlarını daha önce hiç duymadığım biri Strasburg’da öteki İstanbul’da iki akademisyen, felsefe profesörünün tesadüfen elime geçen kitabından neden bu kadar heyecan duyuyorum ve gün boyu çantamın içinde olduğunu bilmekten ayrı bir haz alıyorum? Kitaplarla kurduğumuz ilişkinin böyle tanımlanması güç bir yanı olsa da, kitaplar üstüne düşünmek bile ayrı bir keyif sanki?

 

Sonunda beklenen an geliyor. Uzun ve yorucu bir günün sonunda yatmadan önce üç, beş kitap karıştırma anı ve elinde bir kitap varken göz kapaklarının  ağırlaşması, birkaç kez yinelenen gözkapağı açma-kapama ritüelinden sonra nihai karar, kitap birkaç kez daha yataktan yere düşmeden uykuya dalınacak, dal!... Uykuya dalmadan önce, biri Strasburg’da öteki İstanbul’da iki felsefe profesörünün emeği kitabı karıştırırken (önce Hegel’in Mantık veya saf kavramların şeceresi)nden başlamıştım, sayfa 348’den, bir sayfa sonra birbirinden ayrılmamış iki Saatli Maarif Takvimi düşüyor, daha önce okur takvim yapraklarını kitap ayracı olarak kullanmış anlaşılan –kitap ayraçları da bir kitap tutkunu için bir değer ifade eder fikrimce- 2014 yılına ait takvim yaprakları 4 ve 5 Aralık günlerini gösteriyor, 2014 yılının Aralık ayının 4’ü Perşembe gününe geliyor, yaşadığım gün 2021 yılının Aralık ayının 2’si de Perşembe gününe denk geliyor, takvim yaprakları günler ve aylar olarak eşleşti, batıl inançlarım olduğunu söyleyemem ama hayatın akışı içinde bir takım işaretlerden anlam çıkarmaya meyilli bünyelerimize uygun bir muhakemeyle bunun olumlu bir işaret olduğunu çıkarıyorum. 4 Aralık 2014 tarihli takvim yaprağında ki Gandi’nin sözü ise iyimser ruh halimizle uyum içinde “İnsanlığa karşı güveninizi yitirmemelisiniz. İnsanlık koca bir okyanustur. Birkaç damlası kirli ise, bütün suyun kirli olması gerekmez.” Gerçekten koca bir okyanus içindeyiz ve bu muazzam insanlık atlasından ancak kepçemizin çapı ve amacı kadar alabiliyoruz alacağımızı. Biri Strasburg’da öteki İstanbul’da iki felsefe profesörünün emeğiyle yoğrulmuş Felsefe Tarihi’nin, Hegel’e ayrılan bölümünde “Mantık veya saf kavramların şeceresi” kısmında çıkan bu bitişik iki Saatli Maarif Takvimi’nin 5 Aralık 2014 tarihli yaprağında ise Kadıköylü büyük ozan, Kalamış Parkındaki heykelinin önünden defalarca geçerken selam çaktığım Fazıl Hüsnü Dağlarca’nın bir şiiri var:

 

SÖYLE SEVDA İÇİNDE TÜRKÜMÜZÜ

 

Söyle sevda içinde türkümüzü,

Aç bembeyaz bir yelken.

Neden herkes güzel olmaz,

Yaşamak bu kadar güzelken?

 

İnsan dallarla, bulutlarla bir,

Aynı maviliklerden geçmiştir.

İnsan nasıl ölebilir,

Yaşamak bu kadar güzelken?

 

Gerçekten de, ozanın söylediği gibi, insan nasıl ölebilir yaşamak bu kadar güzelken? 


Boyalı Kuş

Jerzy Kosinski Boyalı Kuş’ta bir kuşçudan bahseder kitabın bir yerinde, kuşçu biraz psikopat ve sadisttir, sevgilisi ortalıkta görünm...