Pazar, Eylül 26, 2021

Tedbil

Herşey değişiyor. Acayip bir durum ama öyle. Bir şeyin hükmü ertesi gün geçersiz oluyor. Büyüdüğüm mahalle de değişiyor bütün dünya gibi. Mahalleyi mahalle yapan o koca çınarlar bir bir devriliyor. O aşina olduğumuz gövdeleri, dalları, gölgesinde mevsimler boyu söyleştiğimiz havası yerini tuhaf bir çıplaklığa bırakıyor. Mahallemin taşında, toprağında geçmişin izlerini arıyorum. Yaşlanmış olabilirim bu hesaba göre. Her şeye rağmen birkaç yeni filiz, birkaç güzel bakış, birkaç göze hoş gelen bir yaşam sevinci eksik olmuyor dünyadan. Hissemize düşeni alıyoruz.

Böyle halden hale geçen anlar yaşıyorum. Bir bakmışım mavi olmuş gökyüzü. Kuşlar cıvıldamaya başlamış. Senin, sizlerin bir bakışı, bir gülüşü, manalı bir sözü, yaşam sevincini çoğaltan bir anlatısı boşluğu doldurmuş. İçinizden birisi şiir yazıyormuş gizli gizli. “Neden gizliyorsun?” diye sormuşuz, “bi oku gözünü seveyim!” diye ısrar etmişiz, o da ısrarlara dayanamamış, okumaya başlamış, bizler alkışı severiz, o da hakkını vermiş kendisine değer veren yarenlerinin söz söz üstüne sözlerinde… sonra dördü birden yakışmış oraya, güzellikler üst üste gelmiş, insanlar daha güzelleşmiş, çirkinlik dünyadan silinmiş, herkes birbirini güzel görmüş, öyle ki çılgıncasına güzel hem de! Havada tuhaf bir şey varmış, insan sarhoş olmuş!

Şimdi elde ne kaldı! Eski bir anının o buruk tesellisi mi? Yaşadıklarımızın hala bizimle birlikte olduğunu bilmenin nihai kıvancı mı? Bizi biz yapan o harcın içindekilerle barışmış olmanın huzuru mu? Hepsi ve daha fazlası geçmişin, hikayenin, mazinin o bulanık, kayıp, vefasız kuytularından çıkıp da dile geldiğinde o anları yeniden yaşamamak mümkün mü? İnsan esnek ve rahat bir ayakkabı gibi olduğunda, evet, yani, o iletişimcinin hafızama kazıdığı gibi “eski bir ayakkabı gibi” olduğunda, hem geçmişinle, hem geleceğinle, hem de bugününle barışıyorsun. Geçmişin, geleceğin, bugünün, sizin duygu ve düşüncelerinizden haberdar olmaması, yaşadığınız her neyse onun dışında kalmasının pek bir anlamı yok. Tek kişilik bir barış elçisi gibi geziyorsunuz sokaklarda. İnsanlar, hayvanlar, bitkiler, çevre, esniyor, gevşiyor, rahatlıyor siz adım attıkça. dünya bir tasarım… dünya bir fanteziler toplamıdır… dünya bir ucundan bizim öteki ucundan ötekinin tutup da sardığı bir top çile... İpin ucunda bir el, öteki ucunda başka bir el, baraber sararız çileyi. Çile büyür sonra. Kocaman olur. Bir top çile… Umut çileyi büyütür… Umudun bir yanılsama olmasının hiçbir önemi yok… Çünkü umudun ne gerçekliği ne gerçekleşme ihtimali değil çileyi sardıran, sadece varlığı, sadece mevcudiyeti, sadece ilişkisi, ayakta tutar.

Sabahları severim. Akşamları da severim. Geceleri de… ama güzel sabahları daha çok severim. Bütün güzel sabahlar sanki benim için yazılmıştır. Sanki bütün bu dünya, bütün bu evren, bütün bu kuşlar, bütün bu güzellikler benim için bir araya gelmiştir. O zaman sokakların çağrısı dayanılmaz olur, kalkar kalkmaz koşarım, ilkin kelimeler gelir uzaklardan, yakınlardan, geçmişten ya da bugünden, belki de gelecekten haber veren kelimelerdir bunlar. Çeşitli dillerde, çeşitli kültürlerde, çeşitli insan yüzlerinde görünmüş, söylenmiş, yankılanmış harfler toplamı. Kimi kelime kendini hece hece gösterir. Bu kentin en eski lokantasında sıcak bir kap yemeği sindire sindire yudumlarmış gibi benzerliğe tekabül eder. Bir ruh benzerliğidir ocakta tüten. Bir an bakışlar da buluşur o çok eski umudumuzda. Binlerce yıllık tarihimizin o limanları, o savaş alanları, o aşk yuvaları, kaderimizi yapan her bir kıvrım ötekinin göz bebeğinde yansılanır. İnsan tüneyecek bir kucak arar kendine ömür boyu. Sıcak ve kuytu, şevkatli ve sabırlı, cömert ve paylaşımcı, güvenli ve öğretici. İnsan hangi cinsten ve soydan olurs olsun hep o ilk çıkışı arar. O ilk çıkış… O ilk bakış… O sıcaklıktan ilk ayrılma anı. O ilk eksiklik… Bütün bir ömür o ilk eksikliği tamamlamak için geçer. Biliyoruz ki hiçbir zaman tam bir tamamlanma diye bir şey olmayacak. Fakat tamamlanma ihtimali nesebin, züriyetin, neslin devamlılığını sağlayacak. “Ben senin beni sevebilme ihtimalini sevdim” diye bir mısrası vardı şairin. Ve şiirler, şarkılar her türlü tasarım ve fantezilerimizde gerçekliğin o katı ve nobran havasını değişirmek için. Tebdil… i mekan, tebbil-i kıyafet, tebdil-i hava. İnsan değişkendir. Bu yüzden her şey değişiyor. Bu metnin girizgahındayız şimdi: “Herşey değişiyor. Acayip bir durum ama öyle. Bir şeyin hükmü ertesi gün geçersiz oluyor.” Değişim, hiç de acayip değil, girizgahta öyle yazmışım, o girizgahtan bu yana ben de değiştim! Hava aydınlandı, insanlar uyandı, kuşlar sabaha kadar ötmekten yoruldular ya da vardiya değişiminden sustular, tek tük otomobillerin sesi onları bastırdı. Sonra bir motorsikletli geçti sokakta, pencereye konan kumru kuğurdamaya başladı, “bırak yazmayı, yaz yaz nereye kadar, karnım aç benim!”, sorumluluklarımı hatırladım aniden, beslemem gereken canlıları, günün devamını, ekmeğin hikayesini, sokakların çağrısını… her şey değişiyordu. Ve hiç de acayip değildi değişim!..


Salı, Eylül 21, 2021

Tam o Anda

Bu arada sabah ezanı okunalı nerdeyse bir saat oluyor. Hava hala aydınlanmadı oysa servis araçları yola düşmüşler bile. Kadıköy istikametine doğru giden araçların kışkırtan yanı sokağa çağırıyor. Bir geceyarısı sokağa çıkmak… süreci şimdi gün ağarmadan sokağa çıkmak biçimine evrilmiş durumda. Şiir geliyor aklıma, gün doğmadan deniz daha bembeyazken çıkacaksın yola” Bir sandalım olsaydı hiç değilse şiirdeki gibi “kürekleri tutmanın şehveti avuçlarında” ben de küreklerin iskarmoza bağlı urganlarının, her kürek çekişte, Vikinglerin o kalyonlarını kürek marifetiyle uçurmak için koro halinde “haydi yallah hoh hoh hoh” deyişleri gibi dile getirdiğini hayal ediyorum, konuşan urgan bunlar, o zaman şiirin sonunda olan oluyor, “yelken ol, kürek ol, balık ol, git gidebildiğin yere”. Gidilecek yerlerin meçhul ve gizemli oluşu, serüvenin dayanılmaz çekiciliğini arttırmakta. Ve sen kardeşim benim neden çıkmıyorsun, diye sormak istiyorum tam o anda. Ve tam o anda ben sorar sormaz bir şey oluyor, sen kalkıp koşmaya başlıyorsun, iyi de nereye koşuyorsun kardeşim, varmayı düşündüğün bir yer var mı? Gideceğin yeri biliyor musun? Elinde bir adres var mı? Çok manidar bakıyorsun tam o anda. Bir de manalı manalı bir tebessüm dudak kıvrımlarında ışıl ışıl parlıyor. İki çukur açılıyor sanki gizli çekmecelerden, gamzeler bunlar, iki gamzen bir gül gibi açıyor sen gülünce. Evet, kardeşim sen gülünce oluyor bunlar. Tam o anda…

 

 


Pazar, Eylül 19, 2021

Eski Bir Ayakkabı Gibi

“aramıza hoş geldin!”. Kendinden emindi, özgüvenli olduğu belliydi, doğrudan gözlere bakıyordu, konuşurken bakışlarını kaçırmıyordu, ama öyle dik dik değil, arada mesela karşısındaki insanda baskı yaratmamak için, sağa, sola bakıyordu fakat bu ne ilgisinin ne de konunun dışına çıkmasına neden olmuyordu, özetle, senle olduğunda seninle olan biriydi. En önemlisi, kelimeleri kullanma konusunda cömertti, öyle sözlükten cımbızla çekilen tek kelimelik bağlantılarla değil, öyle de olabilirdi, eğer tek kelimelik bağlantılar, bağlama uygun düşüyorsa, üstelik bir konuyu kısa ve öz anlatmanın zorluğu dikkate alındığında, böyle hedefini bulan tek sözcük daha da değerli olabilirdi. İletişim ve hitabet ile ilgili konuşuyorduk, bu konuyu epey araştırmış ve bilgi toplamıştı, iyi bir iletişimin püf noktasının öncelikle “konuşmak” olduğunu söylüyordu, konuşmaktan çekinmemek gerektiğini ekliyordu arkasından, hepimizin farklı koşullardan, farklı çevrelerden etkilendiğini, fizyolojik, psikolojik farklılıklarımız olduğunu ve bu farklılıkların bizi biz yapan unsurlar olduğunu söylüyordu, bunun  da konuşmamıza, iletişim kurma biçimimize yansıdığını hatırlatıyordu. “Teşekkür etmekten kaçınmamalı!” diyordu “her fırsatta teşekkür edelim” karşıdaki insana değer verdiğimizi, onunla birlikte olmaktan kıvanç ve mutluluk duyduğumuzu gösterelim, ille de gözüne sokmamız gerekmiyor karşımızdakine saygı duymuş olduğumuzu, sadece, onunla birlikte olduğumuzda değerli bir şey yaşamış olduğumuzu ona hissettirelim, diyordu. Söyledikleri teoride kalmıyor, karşılaştığı insanlara tam da söylediği gibi davranıyordu, sözleriyle davranışları birbiriyle örtüşüyordu, kendini, rahat biri olarak tanımlıyordu, katıldığı seminerlerden birinde “eski ayakkabı gibi rahat olun!” demiş tanınmış bir iletişimci, o sözü aklına yazmış, nereye gitse hep o söz aklına gelmiş, yeni bir ortama girecekse eğer, o sözü dile getirmeden girmemiş, “eski bir ayakkabı gibi…” gerçekten de, her insanın böyle manen rahatlamak, gevşemek için, gerektiğinde bu türden başvuracağı sözcüklere ihtiyacı var, spritüel jargonda “mantra” denilen bu sözcükler, gerektiğinde, kişinin can simidi olabilir. Özellikle rekabet içeren durumlarda insanın kendini hırs denilen o koyu kırmızı alana kaptırmaması için bir takım gevşeme ve esneme yöntemleri geliştirmesi gerekiyor. Eski bir ayakkabı gibi!...

 

 


Cuma, Eylül 17, 2021

Daraltılan

“o eski heyecan kalmadı gibi!” dedi. Fısıltılı, güçlükle çıkan sözcüklerdi bunlar. Kelimeler sessizliği mühürledi. Adam mührü kırmak istercesine “pencereyi açayım” dedi, kalktı. Hemen dönmedi balkondan, tek tük aracın geçtiği caddeye baktı bir süre. Bir minibüs Kadıköy istikametine doğru gecenin karanlığında hayalet gibi göründü gözüne. “Şimdi Baylan’da olsaydım” diye düşündü. Şeker, çikolata parçacıklarıyla, serin bir limonata yudumunu dilinin üstünde kaydırdığı,  yuvarladığı bir kesitin içine girdi. “tıkanınca çıkmalı” diye bir önerme akabinde geldi. Baylan’ın Cup Griye’sindeki krem şantiyeli kedi dilini  yersem tıkanıklıktan çıkarım, diye önermeyi genişletti. Arkasından Cup Griye’nin muhtevasına, hiç değilse, karamel sosuna, vanilyasına, balbadem sosuna geçebilir, hatta daha ötesi, ünlü müdavimlerine, mesela elli kuşağına, Baylancılar’a, Attila İlhan’ın “Üçüncü Şahsın Şiiri” ne dokunabilirdi. Dokunsa genişleyecek, balkondan içeri ferah girecekti…


Cuma, Eylül 10, 2021

Halet-i Ruhiye

SABAH

Böyle havalarda, gökyüzü griyse, bir de yağmur yağmışsa, şehir yeni yeni uyanmaya başlamışsa, caddeden geçen tek tük araç lastiğinin ıslak asfalta sürtünmesi o yağmurlu havalara özgü hışırtıya denk gelmişse, oturup birşeyler anlatmak isterim. Niyetim o anın sıradanlığını aşmak, o anı söze dökerek içimdeki boşluğu kelimelerle doldurmaktır. Yazmak kendi deneyimlerime göre en kestirme ve iyi yoldur böyle durumlarda. Sadece bir kalem, kağıt yeterlidir yaşanan anın içini doldurmak için. Kimi zaman bu boşluğu derinden hissederim, içim boşalmış, dünyaya, kainata dair her ne varsa beni terk edip gitmiştir. Böyle anlarda boşluğa, derin bir yalnızlık hissi eşlik eder. Hiçbir şey, yaşanmış bir ömür, hatıralar ve geleceğin o belirsiz yüzü, o dipsiz derinliği dolduramaz. Herşeye rağmen, adına “yaşam” denilen ve “sanat” olduğuna dair kitaplar yazılan kişisel-toplumsal kurgularımızın bulanık yüzü, bilinçaltının o karanlık derinliklerinden bir buyrukla kendini gösterir: pencere önüne iki güvercin konmuştur; iri, ürkek ve çirkin güvercinlerdir bunlar.  

AKŞAM

Güneşin batışındaki o tatlı ahenk söyletiyor. Bir sevi, bir arzu, bu coşku nerden geliyor? Güneşin suya savurduğu o altın tozdan mı? Her soluğa sinen o esrardan mı? Yoksa attığı adımın kadrini bilen candan mı? Eylül ayının o tatlı esrik havası nasıl da öttürüyor kuşlar gibi. Her nevine ayrı bir çeşni katmış kainatın bir parçası olmanın kıvancı… İşte, Eylül, kendini gösterdi. Geçmiş Eylül’ler de hatırlandı. Yol haritamızdan geçen Eylül’ler… Edebiyat tarihine giren Eylül’ler. Dile gelen Eylül’ler…

Salı, Eylül 07, 2021

Kafede

Göz ucu… artık kaçamak değil… bir yabancı yabancılığını aşmak sevdasında. Bitse hayat biter. Devam etmeli. Yabancı kadının eksiği –kimin yok ki-  sabırsız,  hemen olsun istiyor. Tezcanlı. oysa onlar yabancılar. Şarkıdaki gibi değil: “iki yabancı gözler birleşmiş-iki yabancı kalpler sözleşmiş-iki yabancı gölgelere sinmiş” “İki Yabancı” Fecri Ebcioğlu’ndan. gecede geçer. bunlarınki ikindi vakti. Yan yana iki masa... Önce kaçamak bir süre, sonra açık, al beni, sonra sar beni, sar sinemi. Erkek “sinem geniş” ve “size dönmüş” dercesine dönmüş merkezine. Yabancı kadın kokluyor havayı milyonlarca yıllık sezgisiyle.

Cumartesi, Eylül 04, 2021

Girizgahlı Fantezi

GİRİZGAH

Kelimeleri bırak... önce söz vardı! Onlar nasıl olsa birbirini çeker… önce kendime söyledim. e-kağıda bakıyorum, wörd imleci yanıp sönüyor. tüm donanımlar hazır. Önce ruh vardı, hazır, sonra enerji o da hazır, dinlenmiş olmak, güzel bir uyku çekmiş olmak, dünyaya umutla bakmak, umudunu başkalarında değil de kendinde bulmanın özgürlüğü, göbek bağını kesmen, bunlar da hazır, sonrası teferrüat, bir kupa dolusu kahve, birkaç parça limonlu bisküvi, üç,beş adet kavrulmuş badem, birkaç tane ceviziçi, iki  küçük parça çikolata, kaloriye dikkat ediyoruz, böyle bir dönem, dönem, dönem alışkanlık, tiryakilik yaratan gıda ürünlerine karşı nefsimizi iyice törpülüyoruz, yazın son iki ayında, yani Temmuz birde, kısıtlamalar kalktığında başlayan, kalori kısıtlamalı bir yaz mevsimi, o tatlar yine var öte yandan, porsiyonlar küçülebilir, küçük ve yavaş adım atar gibi çiğnendiğinde porsiyonlar büyür üstelik tat duygusunun da keskinleşmesi cabası, öte yandan günlük egzersiz ve yürüyüşleri de hesaba katmalı, kaloriye çekilen ayar, abur-cubur uzak dursun, sağlıklı gıdalar, bunların hepsi ayda çok rahatlıkla beş kilo çeker. motivasyon önemli!

FANTEZİ - ÇOK GÜLDÜK AĞLAYACAZ

“Beş kilo, ayda, beş kilo mu?” “nasıl yaptın ya?”

“ya canım biliyorsun, kafama koyduğumu yapan biriyim!”

“bilirim! Peki her gün spor yapıyor musun?”

“hayır, bazı günler, mesela bir gün dinlenme, bir gün egzersiz gibi, aşağı yukarı, her gün spor kesinlikle yapılmamalı, çünkü kasları iflas ettirtmek işten değil o zaman”

“öyle galiba! Bir de ben başlayabilsem!”

“neye başlayabilsen?”

“spora ve diyete tabi ki de!”

“niye ihtiyacın mı var?”

“yok mu?” kuşkuyla bakar.

“yok canım. Böyle o kadar hoşsun ki!”

“böyle!diyosun, yani, tombik halimle!”

“ya canım ya, alınganlık yapıyosun, öyle demek istemedim!”

Gülerler. Biraz uzar. Uzar. Hani sinirler bozulmuş gibi. Zaten gülmek eylemi belli bir gerginliğin arkasından gelir.

“sen çok yaşa iyi mi?”

“ne güldük ama!”

“çok güldük ağlayacaz! şimdi”

“ağzından yel alsın! Hiç sevmem “çok güldük ağlayacaz şimdi!” sözünü”

“eh o da herhalde bizim gibi, baskı altında yaşayan kültürlere özgü!”

“”baskı” derken, ne demek istedin?”

“ya, biliyorsun, ataerkil toplumlara özgü, konuşma, şunu yapma, sus, sen karışma, sessiz ol, şu atasözlerine bak, “ağır ol da molla desinler”, “söz gümüşse sükut altındır”, biraz düşünsek kimbilir daha neler çıkar!”

“eh! Haklılık payın var!”

“sonra, bir de cinsiyetçilik var, mesela “eksik etek” derler, “saçı uzun aklı kısa” derler”

“sen dolmuşsun güzelim ya!”

“ doldum tabi ya, bu memlekette nasıl dolmasın insan. Cinsiyetçiliğin olmadığını söyleyebilir misin hiç tereddütsüz?”

“hiç tereddütsüz? Sanırım biraz tereddüt ederdim!”

“biraz? Tabi ya, erkeksin sonuçta, politik yorumluyosun. İşine de geliyodur öte yandan. İktidar cazibesi başınızı döndürüyodur.”

“ya canım biraz sakin olsan!”

“yok olmayacam, sakin, makin olmak istemiyorum, ne bu ya!”

“yok, hayatım şurda iki kuruşluk keyif yapacaktık!”

“keyif, ha, sen zaten keyiften başka ne bilirsin, varsa yoksa, haz, huz, hız!”

“huz, ne ya?”

“ne bileyim, ben ne dediğimi biliyo muyum?”

Ekrandaki karakterler birden boşalırlar. Saatin kurulu zembereği boşalmış gibi kahkahalarla gülerler. Gülerler. Gülerler. Zaten makaraları koyvermek hep bir gerginliğin arkasından gelir. Gecenin saat üçü olmuştur. Her bota maydonoz komşu duvara vurur. “lan bu saatte, oraya gelirsem ananızı ağlatırım!” zavallı anam! der çocuk, hep anamızı  ağlatırlar, babaya dokunan yok! Zaten baba da malum, “erkekler ağlamaz” düsturunca ağlamak istese de ağlayamaz.

Çünkü böyle buyurmuş zerdüşt!


Boyalı Kuş

Jerzy Kosinski Boyalı Kuş’ta bir kuşçudan bahseder kitabın bir yerinde, kuşçu biraz psikopat ve sadisttir, sevgilisi ortalıkta görünm...