Salı, Mayıs 25, 2021

Almadovar , Cruz, A.Iglesias, İspanyolca

Dönüş (2009):  Filmdeki son derece belirgin kadın karakterlere karşın erkek karakterlerin varlığı pek hissedilmez. Almadovar bazı eleştirmenler tarafından "kadınları en iyi anlayan ve kadın hallerini beyazperdeye en iyi yansıtan yönetmenlerden biri" olarak tanımlanır. Yönetmen filme bir mezarlık sahnesiyle başlar. Sahnenin tüm oyuncuları ölen yakınlarının mezarlarını temizleyen kadınlardır. Film bir “dönüş” anlamı taşır. Hep aynı yere, aynı şehre, aynı eve, aynı kadına dönüş… “Dönüş” Almadovar’ın çıkış noktasıdır. Yönetmen bunun kendisi için ne ifade ettiğini şu sözlerle açıklar: "Bu filmle hayatın kökeni, çıkış noktası kabul edilen annelik olgusuna geri döndüm. Doğal olarak anneme de dönmüş oldum. La Mancha'ya geri dönmüş olmak benim için daima ana kucağına dönmek anlamına gelir."


Penélope Cruz Cantando Volver - La buenisima canción de la película Volver – Bir bakıma  İspanyolca Öğrenme Arzusu İçeren Şarkılar ve Filmler

Pedro Almadovar (yönetmen), Penelope Curuz (aktris), Antonio Iglesias (film müzikleri)... Annem Hakkında Her Şey (2000), Konuş Onunla (2002), Dönüş (2006), Kırık Kucaklaşmalar (2009) Acı ve Zafer (2019) bu üçlünün buluştuğu filmler...

 Dönüş (2009)


 Acı ve Zafer (2019)


Cuma, Mayıs 21, 2021

Leyla Erbil’in Kelimeleri

 


“Konuşmadan Geçen Bir Tren Yolculuğu”, şu satır: “…gövdelerimizden kedi balı sızdırıyoruz”. Aynı öyküde “ters bürs” ters ikilemesi, cümle içinde kullanımı “Akılevlerine giriyor insanlar, ters bürs oluyor inançla dinsizlik” Türkçede ters bürs, diye bir zıt ikileme yok, “ters düz” var, “ters yüz” var, Erbil “alt üst” diye kullansa yine anlaşılacak, ama yazarın türettiği ikilemede olduğu kadar vurucu olmayacak, “ters bürs” bir de “bürs” atlara mı söylenir, sondaki “s” uzatıldığında? Aynı cümledeki “akılevi” de ayrı bir mevzu, Türkçede böyle bir kullanım da yok “akıl hastanesi” var “akıl doktoru” var, “akıl hocası” var ama “akılevi” yok, cümlede “beyin yıkama evleri” anlamında olabilir, olmayabilir de, yazarın üslubunda şiirsellik ötesi bir yaklaşım var, kimi vakit resmen bir şiiri okuyor gibi hissettiriyor okura, hani sözcüklerle oynansa, alt alta dizilse pekala şiir! O halde yazar, okuru daha başlangıçta hazırlıyor değişik bir okumaya, hatırlayalım nasıl başlamıştı “Konuşmadan Geçen Bir Tren Yolculuğu”: “Bir kimse saçı sakalı ağarmadan yüz yaşına kadar yaşamak isterse cevizi tayyip, ak fülfül, kara fülfül, zencefil, sekakali lisan, asfuru helile, kırlangıç otu, udül kahir, udüs salip, aksırık otu, behmeni ahmer otlarının her birinden bir miktar iyice dövüldükten sonra peteğinden yeni alınmış balla macun yapıp sabah ve akşam aç karnına ceviz iriliğinde yemelidir,” derdi Tekvin ninem. Yüz yaşındaydı, ölene değin yedirdi bana da macunundan.” Görüldüğü gibi, daha girişten oynak, kıvrak, ele avuca sığmayan bir metinle karşı karşıya okur. Giriş bir tıbbi terkibi işaret etse de, kullanılan kelimelerin çoğu ya artık kullanılmıyor ya da yazarın kelimeleri kendince eğip, bükmesi sonucunda yepyeni ilk kez güneş yüzü görüyor ya da melezlenmiş, Erbilize edilmiş; mesela “fülfül” Osmanlıda biber anlamına gelir, asfur, helile, eski Türk diş hekimliğinde “müsekkin” niyetine ağrı kesici olarak kullanılan maddelerden. O macun terkibinin söz varlığı oyunlu bir metinle karşı karşıya olduğunu hissettiriyor okura. Leyla Erbil’in  yazını, her an başka bir mecrada akmaya hazır değişken bir üslup sahibi bir yazarın yazını.  




Salı, Mayıs 18, 2021

Uzak Bir Köyde


“Ahlat Ağacı değil mi bu?”, “evet!”, “ne zaman başlamış?”, “bilmiyorum!”, “kumandayla baksana!”, “infodan mı?”, “evet”, “nasıl bakılıyor, bilmiyorumki”, “ver şunu bana”, “sonlarına geliyoruz galiba”. Köprüdeler. İki adam. Gerginlik. Genç olanın yaşlı olandan ısrarlı bir beklentisi yaşlı olanı iyice geriyor. sonunda yaşlı olan kurulu zemberek nasıl boşalırsa öyle boşalıyor. Serkan Keskin iyi bir performans sergiliyor, çileden çıkan, sinirleri laçka olan, kopan biri ancak böyle olabilir. İyi işler çıkarmış bir oyuncu (İtirazım Var, Leyla ile Mecnun, Sen Aydınlatırsın Geceyi, Yer altı, Muhteşem Yüzyıl’da Nefi ve bence 2015’de Selim karakteriyle bir yol hikayesi olan Limonata’yla hafızalarda yer etti.) Öteki karakter genç olan (Doğu Demirkol) ısrarcı karakter, bıktırıcı bir biçimde, fasit bir daire içinde olduğunun farkında olmadan, felsefe ve edebiyat yollu bir söylemle köylük bir yerden beklenmeyen varoluşsal zorlamalara girer. Oysa taşrada hayat, şehrin o zorlamacı, dayatıcı karakterinden farklı, çünkü köy şehre göre doğal ve hikayenin tersliği, o doğallık içinde kent içinde olsa sırıtmayacak olan taşrada sırıtır.

“Ne güzel yerler! Çanakkale mi burası?”

“Çanakkale, evet…”

“Karşısı demişti?”

“Şehitlikten bahsediyor”

“Demek böyle köyler var orda. Bak şu horoza bak, ne güzel kendi halinde. Düşünebiliyor musun, kendi domatesin, salatalığın, ama sıkılmaz mıyız?”

“Neden sıkılalım? Burda ne halt ediyoruzki?”

“Tamam da her gün, yani tiyatro, konser, sinema?”

“Duyan da, her Allah’ın günü oralardayız sanır. Yeterince gördük!”

“Sen gördün. Gerçi ben de gördüm!”

“Bir sen bir de kitaplar yeter! Hem okur, hem yazarım. Daha ne lazım!”

“Evet… Kış Uykusu’nda olduğu gibi!”

“Biraz!...”

“Defalarca seyredebilirim Kış Uykusu’nu!”

“Haklısın! Ben de…”

 

İmamlar bir arada. Yazar adayı da… Genç imam, cep telefonuna bakar ötekileri konuşurken. Değindim, taşrada, felsefe minvalli bir söylem doğal gelmez, alışık olduğumuz şey, tandır ekmeği ocakta, çeşme başında dedikodu yapan gelinlik kızlar, sürüsünü güden bir çoban, güneşin sabahleyin dağların üstünden doğuşu ve elbette taşraya gelen bir yabancının üstünde toplanan şüpheli bakışlar vb. fakat felsefi söyleme alışık değiliz. sen de alışık değilsin. soruyorsun:

“zamane imamları köyde böyle mi konuşuyor?”

“evet olabilir de, her şey değişiyor hızla!”

“bu hızla giderse!”

“evet, 2081’de, hesaplarıma göre!”

“öyle mi? nasıl hesapladın?”

“Önce biz gidiyoruz! Bu şart! Sonra çocuklarımız, sonra onların çocukları, sonra onların da çocukları, söylemesi zor, kızımın torununun torunu gibi bir şey, 2081’e tekabül ediyor!”

“taşrada başladı bile!”

“film kaçta bitiyor?”

“kumanda nerde? İnfodan bakalım!”

“Aaa! Daha bir saati varmış! Üç saat, on beş dakikaymış. Benden bu kadar!”

“Benden de! Uykum geldi!”

“evet. İmamlar hala konuşuyor. En konuşmalı filmi Bilge Ceylan’ın.”

“evet, çünkü geveze bir karakter var.”

“Biraz onda gençliğimi gördüm. O vakitler kafam karışıktı böyle.”

“Şimdi değil mi?”

“Yine karışık ama artık alıştım! Tek fark bu! Yaşlanmanın iyi tarafı karışıklığa alışmış olman!”

“Köye gidelim!”

“…”




Cumartesi, Mayıs 15, 2021

Paris'te Gece Yarısı


 

“belle epoque” : 1.cihan harbi öncesi ve 20. Yüzyılın başına verilen isim. Paris’te Gece Yarısı, adlı film ise “Nostalji” kavramını çıkış noktası yapar, “belle epoque” dönemine fantastik bir kurguyla ışınlanır. Film “Sen bir hayale aşıksın” diye başlar. Amerikalı bir yazarın düşlediği dünyanın yansımasıdır bir asır önceki Paris ve fantezisi… yazar, zaman tünelinde geçmişe doğru nostaljik bir yolculuğa çıkar. Nostalji kavramının doğasına odaklanan film kavramın aslında zihinlerimizin ürünü olduğunu esprili bir üslupla ele alıyor. Özellikle aşağıdaki iki resimdeki diyaloglar bu bakımdan dikkat çekici…  



Yönetmen: Woody Allen

Senaryo   : Woody Allen

Oyuncular: Owen WilsonRachel McAdamsMichael Sheen, Marion Cotillard.

Görüntü Yönetmeni: Darius Khondji
Uzun metrajlı film ABD , Tür: Romantik-Fantezi
Süre: 100 dk Yapım yılı: 2011

Özet:    

Amerikalı çift tatil için Paris’e gider. Gil (yazardır) Paris’in nostaljik tarihçesine odaklanmak ister, ona göre ara ve arka sokaklarda nostaljiyi yaşamak, şehrin rutin ve turistik merkezlerine göre daha mümkündür. Şehri amaçsız ve özgürce gezdiği bir günün gecesinde, karanlığın içinden gerçek üstü bir biçimde antika bir otomobil çıkar ve Gil’in Paris tatili aracın içindekilerle birlikte bir anda değişir….



Pazartesi, Mayıs 10, 2021

Vurgun Öncesi

 

“Dışarısı pencereden ne güzel gözüküyor!” dedi perdeyi aralayıp. Sabahın bu erken saatinde dünyaya güzel bakan birine tanık olmanın şifa verici içeriğinden bolca aktardım fincanıma. Kahve  kıvamına gelince, krema niyetine birkaç söz parlatmak, biraz kalem oynatmak farz oldu. Haftaya, böyle güzel başlamanın kıpırtı ve yürek gümbürtüsü ve o iyimser bakış   bir hale gibi dolaşmış olmalı çevrede. Haleluya! O hızla yan odaya geçtim.  Annem “tatlı çocuksun” minvalinde bir şeyler döktürdü. “Annesi kim?” dedim, nesnelerin dünyasına kapalı gözlerinde bir kıvılcım çaktı sanki, tam zamanıydı, yürüdüm, “Talimhane’nin en güzel kadınısın!”, “Islık çalarlardı!” dedi, kahvem giderek daha da kıvamını aldı, devam etti, “hatta bir tanesi, evlenince daha da güzelleştin” demişti. Artık kimse tutamazdı. Önce, Taksim meydanı, sonra Beyoğlu’nun girişi, sağda Veba hastanesinden bozma Fransız Seferathanesi, solda çıplak ayaklı, beli bükük, un çuvallarından beyaza bulanmış hamallar, az ilerde kör bir gazeteci olacaktı kolunda sarı bantıyla sürekli Fransız Kültürün etkinlik panosuna sabit bakışlarıyla bakıp gazetelerini satmaya çalışan, aynı anda Kemal Sunal o ciddiyetli yüzüyle ağır ağır göründü, Karınca Ezmez Şevki sarı, kırmızı rengiyle buyur etti, Yadigar Ejder o dev gibi adam yüzünde tükürür gibi bir mimikle sahneye daldı, bir de Marko vardı, Deli Marko, o hepimizden bir lira isteyecekti elinde direksiyon simidi, hayali bir otomobilin gaz pedalına basarken. Bütün bu isimler, annemin zihninden, o parola gibi “ıslık çalarlardı” nedeniyle dökülecekti. Bir tetikti sözcükler bazen… tetikleyeceği birikmiş sözcükleri tetiklemek için pusuda bekleyen. Ve o tetik sözcük, nerde ne zaman çıkacağı bilinmeyen o sözcük çıktığında, Sirenler’in çağrısı gibi o çağrıya uymanın dayanılmaz çekiminde,  o tetik sözcüğün gönüllü hedefi olurdu insan. Ya sonrası? Belki, “vurulmuşum!” diye bir söz çıkabilirdi ağızdan…   

 2



Yukardaki metinle hiç alakası olmayan bir metin yazacağım şimdi. Bugün 10 Mayıs 2021, kafamda Sait Faik! Bundan altmış yedi yıl önce bu gece yarısı Sait Faik ölüme yürüdü ağır ağır. Mayıs ayının pek çok çağrıştırımı var zihnimde. İşçi bayramı, Anneler günü, O Samsun’a ayak bastı, her Mayıs'ta aşık oldum!-eskiden- ve Sait veda etti… 10 Mayıs’ı, 11 Mayıs’a bağlanan gece saat 02:30 civarı Sait bu dünyadan ayrıldı. Neydi bizi bu kadar yakınlaştıran? Hikayeler? Şüphesiz! Edebiyat tadı varsa dilimizde bu biraz da Sait ve pardesü arasında... Kimimiz yeninde, kimimiz yakasında, kimimiz iç cebinde, kimimiz düğmesinde, kimimiz eteğinde, kimimiz renginde, kimimiz kumaşında bir yerlerde... 40’lar, 50’ler, 60’lar, 70’ler boyunca o pardesüden çıkan çıkana!.. 80’lerden sonra, 90’lardan sonra işler değişti, dünyaya bakış değişti, dünya değişti, dünya eskisine göre daha hızlı dönmeye başladı. 2000’lerden sonrasını, 2010’lardan sonrasıysa tek kelimeyle "flu"


O kadar hızlıydı ki dünya? Yani, o kadar ki Gülten Akın’ın mısrasının keskin gerçekliği “durup ince şeyleri anlatmaya kimsenin vakti olmasa da"Herkes kendi içinde ve herkes kendi dışında. Dinlemeye de vakti yok hiç kimsenin. Dış hızlı! Sürekli bir dışarı hali, peygamber sopasını alır eline, “kış kış” kışkışlar sürüyü evlerine. “Biz demiştik!” minvalinde, “yavaşlamanız lazım demiştik”  “yavaş şehirler”, “yoga”, “meditasyon”, “anti-depresan hapları” boşuna mıydı? Böyle bir dünya ahvali işte! Sait, bugün yaşasaydın acaba neyi, nasıl söylerdin? Temaları, aşkı, samimiyeti, hoşgörüyü, yaşama sevincini, direnişi, yoksulluğu, işsizliği, kıskançlığı, yalnızlığı, hastalığı, ölümü, cinselliği, eşyayı, hayali ve hakikati nasıl anlatırdın? Önceki gün Ahmet Arslan’ı dinliyorum, Arslan “İsa’nın dünyası bu dünya değil!” diyor “çünkü sevgi bu dünyanın konusu değil, doğru mu?" Ne zaman bu hale geldik? Post-truth, Post-human, Trans-human kavramları havada uçuşurken ne bekliyorduk? Ense kararıyor mu? Oysa birinci yazdığım metin, üstüne Sait ve ölüm, belkide... Ölüm mü? Ölümün yeknesak oluşu, biteviye akşam haberleri, fonda müzik gibi, sofralardayız, sayılara indirgenmiş haliyle, bir direnç, bir direniş oluşturmuş olabilir mi? Neydi? Pencereden ne güzel bakmıştı sabah sabah… Ne güzel görmüştü dışarısını. Ne güzeldi güzel bakan birinin gözlerinden dünyayı güzel görmek. Motto: Kelimeleri değiştir kendin değişirsin. Hem kolay hem değil! Neydi? Annem, o parola gibi, annemin zihninden, “ıslık çalarlardı” nedeniyle... Bir tetikti sözcükler bazen… tetikleyeceği birikmiş sözcükleri tetiklemek için pusuda bekleyen. Ve o tetik sözcük, nerde ne zaman çıkacağı bilinmeyen o sözcük çıktığında, Sirenler’in çağrısı gibi o çağrıya uymanın dayanılmaz çekiminde,  o tetik sözcüğün gönüllü hedefi olurdu insan. Ya sonrası? Belki, “vurulmuşum!” diye bir söz çıkabilirdi ağızdan… Vurgun öncesiydi hepsi! Ve dünya hala dönüyor!  Gültekin Akın, aynı şiirin son mısrasıyla noktayı koyar : "Bir gün birileri öte geçelerden/ıslık çalar yanıt veririz" O zaman "hişt! hişt" demek de düşer Sait'e bir selam çakıp!.. ses verip, ses alıp, sağlıcakla!..

 

Cuma, Mayıs 07, 2021

"Çok Güzelsin Gitme Dur"


  • “Atamam kendimi denize, dünya güzel” der “Ayrılış” şiirinde Orhan Veli. Ayrılmak istemeyiz dünyadan. Yorulsak da, yıpransak da, tükensek de, yine de bir yerinden tutar, yakalarız dünyayı. Dünya gerçekten de bu kadar güzel midir? Kimbilir! Bakana göre, neyi, nasıl görebildiğine göre değişir elbet. En azından “güzellik”lerden bahsedebiliriz dünyada. Güzellikler vardır. O güzellikleri görmek mutlu eder bizi. “Çok Güzelsin Gitme Dur”, Türk öyküsünün, tiyatrosunun yapı taşlarından birinin, Haldun Taner’in bir düz yazısının ve aynı zamanda kitabının adı. Taner, yazıda mutluluğu ele alır. Mutluluk nedir? onu sorgular, mutluluğun göreceli olduğunun altını çizer verdiği örneklerle. Yazıyı yazdığı tarih, 5 Mart 1978’dir yani Taner, o tarihte, 63 yaşındadır, yazıyı yazarken sadece sekiz yıl daha bu dünyaya dair, yaşamaya dair hissedip, düşüneceğinden habersizdir. Taner, o yazıda, on beş yıl önceki bir anketten söz eder, anketin soruları arasında “Mutluluk nedir?” diye bir soru vardır, yazar o tarihte 48 yaşındadır ve mutluluğu şu cümlelerle tanımlar: “Mutluluk insanın içini ısıtan, ışıklandıran bir şeydir. “İyi ki yaşıyorum” dedirten şeydir. Kanının iyi dolaştığını, kalbinin gümbür gümbür attığını, yoğun olarak yaşadığını hissettiren şeydir. Mesela, bir temmuz öğlesi dalgalanan başak tarlaları, yağmurdan sonra taze çimenlerin kokusu, üstünde çiğ damlası ile sabaha bakan bir gonca. Mutluluk desti kokan bir bardak sudur. Bir kadının güneşten yanmış kolunun üstünden ki altın sarısı ayva tüyleri… Sonra gök kubbe, yıldızlar, sahilin hışırtısı. Bir çocuğun sevinci. Bir yaşlının gülüşü. Mutluluk, mesela özgürlüktür. Özlü bir şey okuyup yüce insanlarla bir ortaklık kurmaktır. Mesela gelişmektir, oluşmaktır, sevişmektir. Ağır ağır bir dağa tırmanıp yükseldikçe, bir vakitler bir şey sanılmış tepeciklerin arkasındaki boşluğu fark etmektir. Daha ne diyeyim, mutluluk gecenin ucundaki ilk maviliği, bir vapur güvertesinden seyretmektir. Mutluluk Bach dinleyebilmektir.”


Haldun Taner, arkasından, “Belki aynı soru bana bugün yöneltilse yanıtım aynı olmayacaktı.” der ve devam eder “O çağımda mutlu olmak için, demek, bazı gerekçeler gerekli imiş. Çamurlu bir yolda taştan taşa atlayarak giden bir yolcu gibi, böyle mutluluk adacıklarına bel bağlarmışım. Şimdi artık olgun yaşta, yol oldukça kısalınca insan bulduğunla yetinmek, mihneti kendine zevk edinmek, her şeyden iyi kötü bir mutluluk ya da mutluluk ersatzı çıkarmak hünerine yaklaşıyor.”

Satırlarda, yazarın yaşam muhasebesini görmemek kabil değil. İnsanın yaşı, görgüsü, zamanla “mutluluk” kavramına dair bakış açısını değiştirebilir. Bugün Haldun Taner’in ölüm yıldönümü. Haldun Taner, nice güzel öykü, yazı ve oyunlar yazmıştır. Kütüphanemin ölümsüz yazarlarından biridir. Çünkü, Haldun Taner’de bütün ölümsüz yazarlar gibi, kelimelere hayat verebilmiş, yaşadığını canlandırabilmiş bir yazardır. “En iyi kitapları ölü yazarların yazmış olduğu” Orhan Pamuk'un dediği gibi doğruysa bu da, bizi, herhalde, yine bir Haldun Taner kitabına getirir, 1979'da yayınlanan kitabına: “Ölürse Ten Ölür, Canlar Ölesi Değil"


 

Pazartesi, Mayıs 03, 2021

İyisi, Kötüsü, hangisi?

Yetkililer sözde çözüm arıyor. O “Bizden uzakta!” diye söyleniyor, yorgana biraz daha yapışıyor, dizlerini karnına çekiyor.

“Dur çekme, biraz da bana bırak!” şimdi yorgan eşitlendi, oda, yatak, gardrop, komodin aynı seviyede. 

Sesi Bekliyoruz

Biraz dışarı çıkıyoruz. sen, ben, o. Üçümüz beraberiz, Sen Sait, Ben Selim, O Salim, kapıyı açınca, ötekiler de katılıyor, kapılar birer birer açılıyor, hepimiz dışarı çıkıyoruz.  Radyodaki ses harekete geçiriyor. Harekete geçmek için sese ihtiyacımız var. Ne demişti ses?:

“Sulh, anlaşma çok yakın gözüküyor. Bütün taraflar, hemen hemen bir karara varmışlardır. İnsanoğlunun hür günleri, mesut günleri kapımızı çalıyor. Ne galip, ne de mağlup vardır. Yalnız, yalnız insanoğlunun hür düşüncesi, temin edilmiş istikbali, istismarsız çalışması garanti edilmiştir. Yaşamak, sevişmek…”

Ses kimin sesiydi?

Müthiş karlı bir Pazar günüydü. yatakta canı sıkılan adam bu sözlerin kimin olduğunu biliyor ve arkadaşlarına bildiğini söylüyordu :

“Azizim. Dün akşam A, hayır B, dünyanın istikbalinden bahsetti. Artık mesele yoktur”

Yatakta canı sıkılan adamın arkadaşlarıysa aynı düşüncede değil: 

“Hadi canım sende! Aynı tas aynı hamam!”



Hepimiz Unutacağız

Canı sıkıldığı için ıhlamur düşünen, ekmek isteyen, gazeteye bakan, portakal soyan Selim pencereden bakmıştı sabahleyin. Kar tipiye çevirmiş, şehir bembeyaz bir örtüyle kaplanmıştı. Kahredici çaresizlik bitecek gibi değildi ama o gün gelecekti, bellek çekilen acıları öteleyecek, lapa lapa yağan kar heryeri eşitlediği gibi yeni hayatlar bembeyaz sayfalar açılacaktı. Sevinçle kutlanacak o gün gelecekti!..

Sonsuza Kadar

“kötü düşünmenin faydası ne?”. Selim şöyle yazdı defterine “Bir gün gelecek akşamları pencereye oturup sessizlik içinde şehri seyredeceğiz. . Küçük şeylerden mutlu olacağımız bir sürece gireceğiz nihayet, dirseğimiz pencereye dayalı, şehri, bisikletli çocukları, barış içinde dolaşan kuşları, kedileri, köpekleri görmenin keyfine varırken, zor günleri aklımıza getirip ne kadar özgür olduğumuzu bir kez daha anlayacağız. Geceleri şehrin ışıkları ışıl ışıl parlarken meydanları süsleyen havuzların akan sularında rengarenk dalgalanmalar olacak –gözlerinin içi gülen biri “ne kadar harika!” diyecek- bir ölümsüzlük dürtüsüyle milyonlarca kişi o sevinci ve neşeyi sonsuza taşımak umuduyla fotolarına basacak (klik, klik, klik sesleri burda duyulacak).”



İyi Bir Adam

İyimser bir adamdır şu Selim. Müthiş karlı bir günde yatağında canı sıkılmış ve sokağa fırlamıştı “Ben iyi bir adamım!” diye düşünüyordu. Bir takım insanlar "Selim iyi adamdır!” deme şansı veriyordu. İyi hissetmek önemliydi, çünkü dünya dönecekse. Dünya “kötülük” den değil “iyilik” den dönecekti. Oysa arkadaşları bu hikayenin kötü karakteriydi, kötülüğü üreten değilse de, onun yıkıcı gücüne inanan, gücün karşısında anında taraf değiştiren. Kaypak… İçlerinden en yaşlı olanı öfkeliydi bir de:

“Neden esirgendi bizden?” dedi, çok geç ve yararsız  bir öfkeyle “Peki bizden neden esirgendi?”

Selim ise kötü karakterin sorusuna soruyla karşılık verdi: “Üzgün müsün?”.

“üzgün mü? Ben mi? şaka mı yapıyorsun? Güzel yılları, altın çağları yaşayan biz Tanrı’nın şanslı kullarına üzgün mü diyorsun sen? O günler bir daha asla geri dönmez, hiç değilse bir yerinden tuttuk o güzelliğin. Biz hep iyilik, özgürlük ve barış gördük, yorgunluk, ruh kaygısı, korku, kan, ölüm, lanet nedir bilmedik hayatımız boyunca. Siz zavallı solucanlara kıyasla gerçekten mutlu olduk. Ya siz? Siz tabii ama ne?” Kuşak çatışması... yaşlılar sıcak ve konforlu koltuklarının gençliğin ayak sesleriyle sarsılmasından huzursuzlar...


Dünya Nimetleri

Kendi kendini zehirlemenin dayanılmaz çekiciliği, hatta biraz tatlı oluşu, içimizdeki kötülük ya da şeytan. Bizi rahatsız eden düşüncelerin sökün ettiği anlardan sıyrılma becerisi. Sabah canı sıkılan adam Selim şimdi vaktin nasıl geçtiğini anlamıyor. Dolu dolu yaşamak denilen şey bu mu? Selim “kekremsi bir duygu şu dünya nimetlerini hayal ederek  bir sürgün hayatı yaşamak!” demek istiyor arkadaşına, ama demiyor, yaşlı arkadaşı söylenilenin ancak yüzde yirmisini anladığını, ama anlar gibi yaptığını,...mış gibi yaptığını itiraf etmişti. Selim o günü hatırlıyor, arkadaşı tipinin bastırdığı bir gün sırılsıklam ofise gelmiş ayaklarını kaloriferin üstünde kurutmuştu. Acıklıydı durum ama gerçekmiş gibi numaralar çekiyorduk birbirimize, üstelik bundan zevk alıyorduk. Saçma da olsa bir yaşamamız vardı!  Yorgan? Bir ayrıntı sadece... O da sıkıldı sonunda, bıraktı çekmeyi. Yorgan gitti kavga bitti!.. Yarın yeni bir gün olacak bir faydamız olacaksa.

Resimler : Pascal

Boyalı Kuş

Jerzy Kosinski Boyalı Kuş’ta bir kuşçudan bahseder kitabın bir yerinde, kuşçu biraz psikopat ve sadisttir, sevgilisi ortalıkta görünm...