İnsan
anlam araya, araya ölür, dedin bana birden. Sabah sabah felsefe yapmak bugün en
son isteyeceğim şeydi belki de, ama yine de…dinlemeye hazırdım…çünkü eğer
uçacaksam şu daracık dünyamdan senin sayende uçacaktım. Sonra devam ettin:
“Ben
senin dış dünyadaki gözlerinim, ne göreceksen benim sayemde göreceksin! Tek
yapman gereken kendini bana teslim etmen!”
Çok
kararlı görünüyordu. Kendinden son derece emindi. Sürekli çenesinin altına
kadar sadece çenesinde bırakılan sakallarını okşuyor, arada Dartanyanvari
bıyıklarını yukarı doğru buruyordu. Gözlerinde zeka kıvılcımları patlıyordu
sanki… şeytani zeka… insanı her an kışkırtmaya, yoldan çıkarmaya, kandırmaya
hazır, ne istediğini çok iyi bilen, kendini klişeleştirmiş bir zeka. Zekasının
kapsayacağı alanı daralttığı, kendi içinde bir ikilemi olmadığı için sonsuz bir
yaratıcılığa sahip görünüyordu. Elindeki üç uçlu mızrak kötücül atmosferin
etkisini arttırıyordu her seferinde mızrağın sapını yere vurdukça. Paragrafın
sonlarına doğru vuruyordu. Bir yabancılaşma oluyordu o zaman. Bir ritim ve
genel ritmi bozan bir ritim. Mızraktan çıkan sesle seyirci uyanıyordu.
Mızraktan çıkan ses rahatsız ediciydi ama uyarıcıydı. Neden mızrağını yere
vurduğunu düşünüyordu seyirci. Düşünmeye başlıyordu, sahnenin akışından
uzaklaşıp kısa bir süre… sahnede ordan oraya zıplayan, bu ateş gözlü, tuhaf
mızraklı, keçi sakallı, gülünç kuyruğunu aşağı, yukarı oynatan bu tuhaf yaratık,
ürkütücü ve kaygı verici bir biçimde yeniden seyirciye yönelik bir jestle
izleyenleri kendine çekiyordu. Her şey bir belirli, bir belirsiz, bir açık, bir
kapalı, bir normal, bir anormal, tıpkı hayat gibiydi. bu hayattan bir şiir
çıkıyordu ama… küçük bir şiir ve o küçük şiir büyük umutlara neden oluyordu.
Umudu biz devşiriyorduk satır aralarından. Rastgele açıyordum, Bilge Karasu’nun,
künyesinde “Roman” yazan romanını*, oysa Ne Kitapsız Ne Kedisiz, diyen yazar,
bütün edebi türlere “metin” demişti bir röportajda, şiir, öykü, roman, deneme,
hepsi metindir. Ben de, evet ama, diye düşünmüştüm, metin ama, seyirci neye
baktığını bilmek ister, zaten yeterince karışık değil mi şu hayat, şu dünya,
yeterince kaotik değil mi yaşadıklarımız? Önceleri, böyle soruyordum,
edebiyatta bir düzen bulmak isteğiyle koşullanmıştım, edebiyat fazlalıkları
ayıklamalı, karışıklıkları düzenlemeli, kılçıkları temizlemeli, önümüze etin en
leziz, en lop, en dişe gelir kısmını koymalıydı. ergo ego sum, bunu ancak
düşünmeye meyilli insan, diye okumalı kitlelerin ahval ve şeraitini, yaşam
tarzını, beğenilerini, tercihlerini dikkate aldığımızda. şu dünyada kaç kişi,
konfor alanını terk eder de gerçekten düşünmeye çalışır? Bir elin parmaklarını
geçmez. Onlar da dünyayı değiştirmişler vaktiyle. Bizi peşlerinden
sürüklemişler. Romanın rastgele açtığım sayfasına dönüyorum, “Bu defter bitti.
Şu anda elimde tuttuğum nedir? Olsa olsa, dünyanın bir görünümü. Bununla hiçbir
şey bitmiyor.”* Gerçekten hiçbir şey bitmiyor. Hergün yeniden anlatmak
zorundayız nihayete kadar.
*Bilge
Karasu, Gece, sayfa :82