Cumartesi, Ocak 30, 2021

Ev Hali



“Güzel bir sohbetti! Vakit nasıl geçti anlamadım!” "Ben de anlayamadım!" bunları söylemiyoruz ama, sessizce bir yolculuğa çıkıyoruz: bir ağacın altında oturur gibi yeşil bir vadinin içine akarak… Öyle bir vadinin, yüce bir dağın, geniş bir ovanın hayaliyle uzun uzun yürüyoruz. Saatler boyunca envai çeşit otu, yaprağı, ağacı, çiçeği, çalıyı, taşı, toprağı, ufuk çizgisini, bir de çobanı görüyoruz “mee mee mee” koyun sürüleri hatta kınalı kuzular, hatta  çıngıraklı, kurdelalı bir koç… Ne çok şey var!.. Nerdeyiz? Ne yapıyoruz? Anlamsızlığın korkusunu duymuyoruz. Hiç bir şeyi birleştirmek gibi bir düşüncemiz yok. Evren akıyor! Bu da benden, böyle de söylenebilir, böyle de söyleyebiliriz. “bak göreceksin geldiğimiz yer hoşuna gidecek”. boşver şüpheyle bakanları. elbette! Alıştık galiba kargalar bile başka bakıyor… Gakkkk!..


Çevirmeli Telefon

Sen orda duruyorsun, ben tıkırdıyorum, çok sesli bir ağaca benziyorum, -çok sesli bir ağaç nasıl olur- sen dallarıma sarılmak istiyorsun, anlıyorum. Oysa rüzgar gülü çoktan esmeye başladı, ben şimdi Üsküdar’dayım sen beni burda sanıyorsun. Yine de umutlusun!.. Durmaya devam ediyorsun, televizyonun yanında, susmuş eşyaların yanında, körüklü fotoğraf makinasının, çevirmeli telefonun yanındasın., az önce ne çok şey söylemiştim, yetmemiş demek ki, yeniden söyle(me)mi istiyorsun. bense  siyah telefonun çevirmeli kadranındayım, küçük bir kağıda yazılı bir numarayı çeviriyorum, 25 11 87, meraklısı bakabilir, üstüme kayıtlı bir telefon, bin kez çevirmişimdir bu siyah kadranı, dokuzu çevirince üstünde on adet delik bulunan daire “tırtttt!” sesiyle dönerken derin bir anafora girerdim.




Marta Koyu

Durmayı bırakıp içeri geçmişsin –nereye? Mutfağa mı banyoya mı yatak odasına mı?- hiç düşünmediğim bir bölümüne geçmişsin evin. Biz birbirimizi 24 saat gözlemeyiz. Kimse buna dayanamaz? Murat Gülsoy’un Yalnızlar İçin Özel Bir Hizmet adlı romanındaki matematik öğretmeni de dayanamazdı aslında gerçek biri olsaydı, ama romanda dayandı, hatta bir kişiyi –üstelik kadın- beyninin içine alması yetmezmiş gibi kalktı bir de motor kazasında ölen erkek sevgilisini aldı. Üçü bir arada!.. Üçlü!.. 7/24 her şeyini, ne yaparsan, ne edersen gözleyen başka gözler. Mesela ısrarla sallıyorsun, “Ne kadar sallarsan salla…” diyor zihninin karanlığından gelen bir ses, burnunun uzayan tüylerini kesiyorsun, “boşver nasıl olsa bir yere çıktığın yok!” diyor, haklı, insan ne kadar iletişim kurarsa o kadar dış görünüşüne dikkat eder. Biz böyle pijama, terlik takılırken, gökte martılar sonsuz bir alemde kanat çırpar, Prens adaları civarında ne zaman görsem  “Yunuslara bak ne güzelll!..” dediğim yunuslar yağ gibi suda hop aşağı-hop yukarı sıçrayıp kayarken kapının zili çalar. Ev hali kapının zili çalar, kargo gelir, kapıcı gelir, -artık komşular gelmez-  doktor gelir, evimize hem güneş girer hem de doktor ve doktorun gelişiyle gerginliğimiz azalır, onlar da bizim gibidir çünkü, hepimiz korktuğumuzdan ortak bir noktada buluşuruz, kafa kafaya veririz, “Bu musibetten nasıl kurtulacağız?” Onlar alışkındır. Ben alışkın olamadım. Bir gün öleceğim hiç aklıma gelmedi. Doktor “Dikkatli olmak zorundasın?” der, az ye, az konuş, kısaca “az laf çok iş”. Sen de ordan anlamlı bakarsın “ben sana demiştim!..” gibi bir hava vardır bakışında. Yaz-kış denize girmeyi bir kez daha düşünsen iyi edersin! Marta koyunu ve Marta’yı hatırlarsın, o derme-çatma kulübede sabaha karşı titrediğini. Ama o tepeden başlayıp uzanıp giden masmavi o çok eski umudunu… Bir an gelip senin olduğunu… Kendine kesitlerden bir kesit seçersin bir öğle vakti… Beraber oturur yazarız o halden bu hale.

Çarşamba, Ocak 27, 2021

Ahmet Hamdi Tanpınar - Dün Bugün

 

“Yerlere saçılmış, film bantları, kumaş parçaları, eski kadın ayakkabıları, noter mühürleri, kırık taş plaklar burada yaşanmış hayatları arkeolojik bir kazının katmanları gibi sermişti önümüze.”(1) Bir tarih içinde büyüdüğümü bilmezdim çocukken. Taksim, Tünel arasındaki asırlık binalarda yaşanmış hikayelerin izleri arasında çocukluğun keyifli ve sorumsuz günleri hızla geçerken, mazinin kahramanlarından bihaber gezinir dururdum. Bilemediğim o kahramanlardan biri de Ahmet hamdi Tanpınar’dı. Yaşadığı evin önünden günde iki kez geçerdim bilmeden. Okula giderken önünden geçtiğim yer Narmanlı Yurduydu. Nedense, Ahmet Hamdi Tanpınar, deyince aklıma Saatleri Ayarlama Enstitüsü ve Beş Şehir değil de Narmanlı Yurdu geliyor. Belki, çocukluk yılları, belki sonradan binadaki notere, sahafa gidip gelmişliğim, avludaki banka oturup kedi kolonisini seyre dalmışlığım... A.H. Tanpınar, 50’lere kadar bu binada yaşar. O sıralar Edebiyat Fakültesi’nde ve Güzel Sanatlar’da ders verir. Ablasının yanından ayrılıp müstakil bir eve çıkma düşüncesindeyken, Narmanlı Yurdu’nun giriş katındaki bu küçük daireyle hayatında oldukça hareketli bir dönem başlar. “Bu daire her akşam dolup taşıyordu. Bedri Rahmi karısı, kızkardeşi Mualla (şimdi Anhegger’in karısı) Sabahatti Eyüboğlu, ressam Zeki Faik İzer, Mehmet Ali Cimcoz ve karısı Adalet… Türküler söylenir, yenilip içilirdi” (2)


Narmanlı yurdunun tarihçesi ilginç.  1831 yılında inşa edilmiş olan bina, 1880 yılına kadar Rusya Büyükelçiliği ve ardından 1914'e dek Rus hapishanesi olarak kullanılmış, daha sonra Narmanlı ailesinin mülkü olmuş. (3)


Günümüze gelirken binada bir ara sadece Noter kalmıştı, o da çıkınca kapısına kilit vuruldu. Bazen, ordan geçerken o zincirlenmiş demir kapıdan avluya göz atınca, Beyoğlu’nda değişen her şey gibi kayıp bir vakti aradığımı hissederdim belli belirsiz. Bir şeyler değişiyordu hızla, ama ne ? Narmanlı’nın geride kalan kedileri ise avluya vuran öğle güneşinin altında yine umarsız, kaygısız ve miskin, sere serpe uzanmaya devam ediyorlardı.


Haldun Taner, restorasyon çalışmaları başlamadan önce fotoğraf çekmek için Handan İnci ve Müjdat Arslan’la birlikte Narmanlı Yurduna girmiş: “ 
Yerlere saçılmış, film bantları, kumaş parçaları, eski kadın ayakkabıları, noter mühürleri, kırık taş plaklar burada yaşanmış hayatları arkeolojik bir kazının katmanları gibi sermişti önümüze. Birkaç gün sonra çöplüğü boylayacak bu izleri ayrı ayrı kaydetti Müjdat’ın kamerası. Tabii benim aklım fikrim Tanpınar’ın odasındaydı. Asistanı Turan Alptekin’in verdiği bilgilere göre (kapıdan girildiğinde sağdaki blokta, aşağıdan ikinci ya da üçüncü kapı 7/2 zemin katta, sağdaki daire) hemen oraya yönelmiştim.”

Narmanlı Yurdu sonunda restorasyon edildi ve yabancı yiyecek&içecek firmalarına kiralandı. Zamanın ruhu ve ticari kaygılar, diyelim eninde sonunda çaresiz. Yolu bu mekana düşen meraklısı, muhtemel ki, bir teselli gibi avluda dikilen heykellerin ışığında birkaç mısra hatırlar şairden. Umarım!..  


(1)Haldun Taner – www.tanpinarmerkezi.com

(2) Tatyana Moran -Dün, Bugün

(3) Wikipedia

Cuma, Ocak 22, 2021

Ahmet Muhip Dranas - Kar

 


Kardır yağan üstümüze geceden,
Yağmurlu, karanllık bir düşünceden,
Ormanın uğultusuyla birlikte
Ve dörtnala, dümdüz bir mavilikte
Kar yağıyor üstümüze inceden

Sesin nerde kaldı, her günkü sesin,
Unutulmuş güzel şarkılar için
Bu kar gecesinde uzaktan, yoldan
Rüzgâr gibi tâ eski Anadolu'dan
Sesin nerde kaldı? Kar içindesin!

Ne sabahtır bu mavilik, ne akşam!
Uyandırmayın beni uyanamam.
Kaybolmuş sevdiklerimiz aşkına,
Allah aşkına, gök, deniz aşkına
Yağsın kar üstümüze buram buram

Buğulandıkça yüzü her aynanın
Beyaz dokusunda bu saf rüyanın
Göğe uzanır -tek, tenha- bir kamış
Sırf unutmak için, unutmak ey kış!
Büyük yalnızlığını dünyanın.

Salı, Ocak 19, 2021

Yazmak, Yaşamak

 


Salah Birsel’in Günlükler’i* arasında Aynalar Günlüğü üç, beş sayfa içinde bir yakınlaşma , Salinger’in dediği gibi yazar sanki bir telefon açımı uzaklıkta.

Coşkuya benzer bir şey. Fışkıracak bir oluk. Meçhul bir mecradan gelen bir tıkırtı duyulur.  Cidarını patlatacak bir enerji apaçık, “hadi” diye seslenir : “Sal beni!”…


Bir kahve içmeli, hava daha aydınlanmamış, kar taneleri tıp tıp Kadıköy damlarına düşer, Levent’de, Taksim’de, Çamlıca’da durum aynıdır. Bu gece, sabaha karşı, İstanbul damlarında kar tanesi tıkır tıkır işleyecek. Kent, sabaha karşı, uykusu hafifleyince, kar tanesi sesiyle uyanacak, sonra “Her Yerde Kar Var” şarkısının sözleri hatırlanacak “her yerde kar var, kalbim serin bu gece- her yerde kar var kalbim senin bu gece”

Bütün şarkılar, şiirler iki şey söyler: havadaki aşk kokusu ve ölümün soluk nefesi, neden böyle ? Çünkü, şairler öyle! İki uçta gezer şiir, aşk ve ölüm!.. Şiir oluğu o kertede gürler, o zaviyede dolaşım hızlanır, çeper genişler, no kolestrol, no tansiyon, kız gibi çıkılır, kendi külünden türeme,  yanağı al basmalı, Anka kuşu sevgilim!.. Fuzuli’ye göre şair sözü yalan!

 40’lar, 50’ler, 60’lara baksak, esrik bir hava koridorunun hafifliği. Dünya tümden iyimser, mesela 2.ci dünya harbi sonrası, su içinde beş yıl… Toplumsal felaket, çalkantı, bunalım, hep aynı, insan tek minval “Aşk Yeniden!”… Sonra bir sevinç, pürneşe gün, pamuk şekeri, “rakı şişesinde balık olsam”**     


 
Doğrusu, kahve epey sertti. Orhan Veli fısıldadı, “Gündoğmadan deniz daha bembeyazken çıkacaksın yola-kürekleri tutmanın şehveti avuçlarında-içinde bir iş görmenin saadeti-gideceksin ırıpların çalkantısında”***. Şiir de uçurur, yeterince hafifsek, akşamları ağır, yağlı yemek fena!

Araya biraz yeşillik! Otlu menemenin kokusu! Nasıl gelindi buraya? Salah Birsel! : edebiyatımızın kurucu adı, yüksek mahvil azası, dilin renkli canbazı, deneme piri,  şiir de ayrı –“Şiirin İlkeleri” şiirimizde bir ilk poetika bakımından- Aynalar Günlüğü’ne dönelim: 1986, 29 Aralık, tarihinde bir şiirin hikayesini okuyalım, Birsel şiiri 70’lerde yazmış**** :

“beni bırak ey Gülmari-çünkü ben ilk ölümümde-bir kuşkarnaval onu bildim-çünkü yapışınca derimize o çaylak-bir milyon bir milyon”

Şiirin anahtarı “bir milyon bir milyon” altında yatar. 70’lerde Milli Piyangocu, kartal gibi beyne pervaz olur, İstanbul’un bütün meydanları, caddeleri, sinema önleri, çarşı-pazarı “bir milyon bir milyon” nidalarıyla çınlar. Birsel’de tutar bu şiiri yazar. Şiirin başında  “Çünkü o çaylak avlanmaya az kaldı” dizesi de piyangocunun “çekilişe üç gün kaldı” sözüne dayanır. Doğrusu, Birsel’in olgun yaşında, şiirinin gizemli sularından serptiği bu damlalar, şiirin ne olup, olmadığına dair bir nebze fikir verir, gerçi “Şiirin İlkeleri” adlı neşeli payton kılavuzunda açıklamıştır “ŞİİR MAYDANOZ DEĞİLDİR” sonra paragrafı kapatır “Ama bu tarif ne kadar güldürücü olursa olsun ünlü bir edebiyat ve ilim adamımızın (!) sözünden, o (Şiir ufuklarda yükselen nâzenin bir balondur) sözünden daha güldürücü değildir.”

Birsel 1986, 29 Aralık tarihli Aynalar Günlüğü'ne düştüğü şerhe bir de “nerden icap etti” ekler. “Sanırım artık onu okuyanlar o dizeye, soyut bir höngürdemeden başka bir gözle bakmayacaklardır- Bu açıklamayı buraya, şiirleri çekirge gibi sıçrayarak ve uçarak okuyanlar için iliştiriyorum.”

Bir yerde iş döner, gezer “uçuş” üzre bir noktayı sezdirir. Okumak olsun, yazmak olsun, yaşamak olsun. uçtun, uçtun! Aldın, aldın gibi! Çünkü vakit dediğin nedir ki?..

*Salah Birsel’in Günlükleri

·        Kuşları Örtünmek

·        Hacivat Günlüğü (Günlük ve Kuşları Örtünmek ikisi bir arada)

·        Yaşlılık Günlüğü

·        Aynalar Günlüğü

·        Bay Sessizlik

·        Nezleli Karga

·        Yalnızlığın Fırınlanmış Kokusu

·        Yanlış Parmak

·        Papağanname

 

**Orhan Veli-Eskiler Alıyorum

***Orhan Veli-Hürriyete Doğru

****Salah Birsel-Kuşkarnaval 

Cumartesi, Ocak 16, 2021

Görünen Az Görünen

 


Civardaki apartmanlarda hala yanan ışıklar var. Birileri hala ayakta. Birazdan yatmaya hazırlanırlar. Belki televizyon karşısında bazıları uyuya kalmıştır çoktan. “Beyyy! gelmiyor musun?” – kocasını “Bey” diye çağırıyor!-  belki de şöyle : “Berkecan, hadiii amaa!!”. Neyse, konumuz bu değil. Şehir uyku hazırlığında, ben güne başladım. Bir bardak su, birkaç badem, soğuk suyun uyandırıcı etkisi, aynada uykulu gözler… Benimkiler mi? Öyle olsa tanırdım! Hiç kara gözlü olmadım ki! O zaman? Benimkiler değilse? Onun olabilir mi? Kimin? Onun, canım, hani ne zaman karşıma çıksa, gözlerinde kaybolduğum, derinliğinde, karalığında, kendimi bulduğum. Demek, göz derken sadece görmek değil kişinin kendini bulması da varmış. İyi de nedir kişinin kendini bulması? “Kendin ol!” denilen durum mu? Peki, “kendi olmak” ne? Hem sonra neden kendini bulman için başkasının gözlerine ihtiyacın var? Kendi kendine oturup, kendine bir değer biçsen olmaz mı?

Cemal Süreya, “İnsanın kendini değerlendirmesi kolay bir iş değil” gibi bir cümle kurarken altı yüz kişilik salonun sahnesine yansıtılan ekranda, karanlıkta oturacak bir koltuk bulmaya çalışıyordum. Cemal Süreya’nın CKM’de, geçen yıl ki anma gecesinden aklımda kalan bu cümlenin ardından, şairin “Bir gün Dostoyevski okudum, o gün bugün huzurum yok” demesi de aklımda. Şimdi, şairin bu iki deyişi ve giriş paragrafı arasında ne gibi bir bağlantı var? Galiba soruyu yerinde sordum, yazdıklarımın dağılma, daha doğrusu “iyice dağılma” ihtimalini önleyebilirim belki. Bağlantı, şu olmalı, hep bir arayış var, bu arayış, hepimizde var, fakat görüneni var, daha az görüneni var, bir kalıp çıkarıp o kalıba girende de var, ama o kalıp ne kadar kalınsa, o denli zırhlı ve görünmez olur kişi, elbette içi bilinmez. Şairler insanın bitmek, tükenmek bilmeyen bu arayışında, kelimeler gibi bol ve elverişli bir malzemeye sahip olduklarından ve yapıyı kelimeler vasıtasıyla kurduklarından, kendilerine dair epey ipucu verirler. Ama!.. Nasıl?

 

Çarşamba, Ocak 13, 2021

Necati Cumalı - Nasıl Yazıyor?

 



“Kış ayları genel olarak yedi yedibuçuk arası kalkarım. Jimnastik, gazeteye göz gezdirmek, kahvaltı, kasetten dinleyerek 20-25 dakika İngilizce çalışmak (dört yıldır İngilizce öğrenmek merakına kapıldım) derken yazı masamın başına oturmak dokuzbuçuk onu bulur. Sabahları çalışmam pek ilerlemez. Önce isteksizimdir. Sokakların, eş dost bir arada geçecek tatlı saatlerin çekiciliğine karşılık, boş kağıtlarla boğuşmanın verdiği ürküntü, yılgınlık, usanç…

 

Sonra masanın başına oturur oturmaz uykuda gördüğüm düşlerin mahmurluğu çöker üstüme, ağırlaşırım, bütün yazacaklarımı, tümce kurmayı bile unutmuş gibiyimdir. Yine de dayatırım. Saat bire kadar bir ya da iki sayfa ya yazarım ya yazamam ama hiç değilse çalışma havasına girmiş olurum. Öğle yemeğinden sonra, yazacaklarımı kafamda derleyip toparlamaya çalışarak biraz uzanırım. O arada on dakika kadar olsun uyuyabilirsem kalkınca güne yeni başlamış gibi olurum. Sabahkinin aksine düşüncelerim bulanıklıktan kurtulmuştur. Sokaklar falanda silinmiştir aklımdan.


Kendimi çalışmaya istekli duyarım. Saat 4-7 arasında kalemim gittikçe hızlanır. Sonunda günümden memnun kalkarım masamın başından. Bu dediklerim çalışma günlerim içindir. Haftanın üç dört gününü aşmaz. Haftanın öbür günlerini dışardaki işlerim alır. Yayın işleri, eş dost, gelen giden. Yaz ayları jimnastik yapmam. Sabah akşam onar dakika yüzerim. Gece yaşamım yoktur. Televizyonu sevmem. Geceleri çoğunlukla okurum.

 

Öyle sanıyorum ki, başkalarına sorularak öğrenilecek bir iş değildir bizim işimiz. Okumakla, çalışmakla bir çizgiye kadar öğrenilir elbet. Ama edebiyatı her öğrenen anlayanın yazması gerekmez. Sanatçı içinden gelen bir patlama ile başlar yazmaya. Yazmak zorunda olduğu için yazar. Ancak yazmakla rahatlar, boşalır.


Aşk gibi bir şey. Geri kalmış toplumlarda herkes her işi yapabilir sanır kendini. Örneğin ev yaptırırken mimarı gereksiz görür. Şiirin ne olduğunu da doğru dürüst anlamadı için, alt alta satır sıralamakla şiir yazdığını sanır. Üç beş dakika da yapılabilen bir iştir bu. Moliere’in Kibarlık Budalası’nın sandığı gibi. Roman hiç değilse çala kalem bile olsa, üç beş ay masa başında oturmak gibi bir çabayı gerektirir.

 

Bugüne kadar şiir perisine hep sadık yaşadım. Arada bir yan tutkularım oldu. Şiirle bağdaşmayanları ne kadar acıya mal olursa olsun yenebildim. Özveri ya da bir takım sıkıntılar olarak anlatmıyorum bütün bunları. Çünkü şiir perisine bağlı kaldığım ölçüde mutlu oldum geçmiş yaşamımda. Başkalarının rahatlık saydığı işlerde sıkıldım, sinir kesildim, geçimsiz biri olup çıktım.




 

Necati Cumalı –Biyografi

 

1921’de Florina’da (Yunanistan) doğdu. Kurtuluş Savaşı’ndan sonra, Urla’ya (İzmir) yerleştirilen küçük bir çiftçi ailesinin oğludur. Urla Şehit Kemal İlkokulu’nu, İzmir Erkek Öğretmen Okulu orta bölümünü, İzmir Atatürk Lisesi’ni ve Ankara Hukuk Fakültesi’ni bitirdi. M. Eğitim Bakanlığı Güzel Sanatlar Müdürlüğü’nde memur, İzmir ve Urla’da serbest avukatlık, Paris Basın Ateşeliği’nde memurluk, İstanbul Radyosu’nda redaktörlük yaptı. Eşinin Dışişleri’nde görevli olması nedeniyle İsrail ve Fransa’da (Paris) bulundu. Daha sonra İstanbul’a yerleşti. Kendisini tümüyle yazarlığa verdi. Türkiye’nin yetiştirdiği önemli yazar, şairlerden biri oldu. 10 Ocak 2001’de öldü. Mezarı, Zincirlikuyu Mezarlığı’ndadır.


Allah rahmet eylesin!

 

Necati Cumalı Kitapları

 

Necati Cumalı Eserleri:
ŞİİR: Kızılçullu Yolu (1943), Harbe Gidenin Şarkıları (1945), Mayıs Ayı Notları (1947), Güzel Aydınlık (1951), Denizin İlk Yükselişi (1954)
HİKAYE: Yalnız Kadın (1955), Değişik Gözle (1956), Susuz Yaz (1962), Ay Büyürken Uyuyamam (1969), Kente İnen Kaplanlar (1976), Dila Hanım (1978)




ROMAN:Tütün Zamanı (1969), Zeliş Adıyla (1971), Acı Tütün (1974), Aşk da Gezer (1975), Viran Dağlar (1995)
OYUN: Boş Beşik (1949), Mine (1958), Bir Sabah Gülerek Uyanmak (1990)
DENEME: Niçin Aşk (1971), Senin İçin Ey Demokrasi ( 1976), Etiler Mektupları (1982)





GÜNLÜK ANI: Yeşil bir At Sırtında (1990)

 

Necati Cumalı Ödülleri

 

1969 TDK Şiir Ödülü (Yağmurlu Deniz), 1957 Sait Faik Hikaye Armağanı (Değişik Gözle), 1981 Kültür Başkanlığı Tiyatro Ödülü (Dün Neredeydiniz? Oyunuyla), 1995 Orhan Kemal Roman Ödülü (Viran Dağlar)

 

Kaynak : (Cumhuriyet, 19,2,1977/ Yusufçuk Dergisi sayı 19, 1980/ Nasıl Yazıyorlar-Ahmet Köklügiller-IQ Kültür Sanat Yayıncılık kitabından...

 

Cumartesi, Ocak 09, 2021

Cemal Süreya - 9 Ocak

 


Para, altın, madalyon basar… Behzat Ay “Darphane şiire ters değil mi?”* diye sormuş, “Darphane’de kabartma sanatı uygulanır. Eh, bizim şiirimiz de kabartma bir şiirdir eninde sonunda. Kabartma olan her şey erotiktir ayrıca.” diye cevaplar soruyu. Demek ki hem parayı hem şiiri kabartır, ama kabaran şiiri kabaran paraya tercih eder:  Avrupa’dan getirdiği Chevrolet’yi satar, ev alacağına, şiire sermaye yapar, Papirüs’ü çıkarır. “Üstü kalsın!” der meraklısına bir hazine bırakır!..

Cemal Süreya (1931 - 9 Ocak 1990) Allah rahmet eylesin!

Üstü Kalsın

“Ölüyorum tanrım-bu da oldu işte.- Her ölüm erken ölümdür- Biliyorum tanrım.-Ama, ayrıca, aldığın şu hayat-Fena değildir…-Üstü kalsın…”

Yeni Yaprak, Ocak, 1990

 

 

*Behzat Ay (Varlık, Ağustos, 1976, Edebiyatçılarımız Konuşuyor)

 

Çarşamba, Ocak 06, 2021

Cemal Süreya - Kar


Ahmet Muhip Dranas'ın "Kar" şiiri... C. Süreya'nın kendi sesinden. Haydar Paşa parasız yatılıda okurken büyülendiği şiir. Edebiyat öğretmeninin etkisi... Melahat Babacan...  Şiir hafızası... 
 

Pazar, Ocak 03, 2021

Şairin Esrikliği -Orhan Veli

 


Orhan Veli’de o esriklik içinde, “Beni güzel havalar mahvetti” der şiirinde :

“Beni bu güzel havalar mahvetti – Böyle havada istifa ettim- evkaftaki memuriyetimden- tütüne böyle havada alıştım-böyle havada aşık oldum- eve ekmekle tuz götürmeyi-böyle havada unuttum-şiir yazma hastalığım-hep böyle havalarda nüksetti-beni bu güzel havalar mahvetti” ( Güzel havalar)

Bir röportajda, Bella (Eskenazi) Orhan Veli’nin “havalı” olduğundan bahseder, Oktay Akbal’da bir yazısında onun şiir matinesine gelmesiyle havanın değiştiğinden, coşkuyu verdiğinden söz eder, görünen o ki, şair bu hava değişimlerini derinden hisseder, halden hale geçer ve mısralarına yansıtır. Toplu şiirlerine bir göz atarsak, “havalı” birkaç şiir daha bulmak pek de zor olmayacak, mesela :

“Davet”

“Bekliyorum – öyle bir havada gel ki- vazgeçmek mümkün olmasın”

Bu kısacık şiirde, “hava” şiirin çıkış noktasıdır kolayca görüldüğü üzre, çünkü halet-i ruhiyenin eşref saatine girmesi tamamen havayla ilgilidir.

Kimi zamanda, hüzne, kedere dairdir havanın şiirine girişi:

“İçkiye benzer bir şey var bu havalarda-kötü ediyor insanı, kötü…-hele bir hasretlik oldu mu serde;- sevdiğin başka yerde,- sen başka yerde.-içkiye benzer bir şey var bu havalarda,- sarhoş ediyor insanı ,sarhoş.-

Şairin ölümünden sonra yayınlanan “İçkiye Benzer Bir Şey”* şiirinin mısraları ,havanın halet-i ruhiyeye etkisinin göstergesi değil mi biraz da? Başka “havalı” şiirleri var mı şairin ? Toplu şiirlerini biraz harmanlasak buluruz da, kısa geçelim, aklıma gelen başka bir şiiriyle “Pırpırlı Şiir” ile yürek pırpırlarımızın eksik olmaması dileğiyle yazıyı son noktayı koyalım:

“Uyandım baktım ki bir sabah,- güneş vurmuş içime;- kuşlara, yapraklara dönmüşüm,- pır pır eder durur, bahar rüzgarında.- Kuşlara, yapraklara dönmüşüm;- cümle âzâm isyanda;-kuşlara, yapraklara dönmüşüm;-kuşlara,-yapraklara.”



 

 

 

Cumartesi, Ocak 02, 2021

Şairin Esrikliği

 


“Bir anlık mutluluk, hepsi budur.” der Oktay Akbal bir yazısında, Kamuran Yılmaz’ın bir şiirini anmıştır, şiir bir ilkbahar sabahı yazılmıştır : “Neşeli türkülerle doldu bağlar-Azur mavisi deniz, mora bürünmüş dağlar-Müjde!Müjdeler olsun, geldi yine ilkbahar”.

İnsan ne denli hüzünle, üzüntüyle, yaşamın acı gerçekleriyle dolu bir yaşantı sürse de, en kederli bir anında dahi bir ilkbahar günü, yaşamın canlılığını, tazeliğini, doğanın yeniden doğuşunu içinde duyabilir, hissedebilir. İşte bu yüzden, doğadan uzaklaşmış, nerdeyse koparılmış insan fırsat bulursa kendini bulma umuduyla doğaya koşar, hani o meşhur şarkıda söylendiği gibi “Bir ilkbahar sabahı güneşle uyandın mı hiç… Çılgın gibi koşarak kırlara uzandın mı hiç…”


İşte böyledir kimi ilkbahar sabahında doğan güneş, kayıtsız kalamaz insan doğanın çağrısına, kendini dışarı atmak ister, vakti varsa eğer en azından bir parka, bir sahile, ağaçlıklı bir yere gidecektir en kestirmesinden, bir çay içecektir, derin bir nefes alacak, içi coşkuyla dolacak, kendini unutacaktır kendini bulurken!.. Hatta kendini o  kadar bulacaktır ki, verili kimliğini unutacak, yaşantısının ağırlığını duymayacak, hafifleyecek, sarhoş gibi bir şey olacak, icabında yoldan çıkacaktır. Kaç şair duymuştur bu esrikliği vakit vakit?

Boyalı Kuş

Jerzy Kosinski Boyalı Kuş’ta bir kuşçudan bahseder kitabın bir yerinde, kuşçu biraz psikopat ve sadisttir, sevgilisi ortalıkta görünm...