Perşembe, Aralık 31, 2020

Günün Haberi

 


                                                          Bir dal arıyordu saksağan

                                                        Beton meton görünmezken

                                                        Gökyüzü, günyüzü, yüzyıl

                                                        Hesap, kitap, aritmetik

Derken kalbimi duydum

Atıyordu

Demek ki bulacaktı dalını

Gece gece ve anda

Yüzünü sevdiğim saksağan

                                                Kahrolsun 2020,

                                                Al sana bomba!..

 

 

Bu yılın son gününde

 Önce ışık yoktur, karanlık vardır. Kaygı, endişe, belirsizlik, kaçındığımız insani ruh halleri adına ne varsa, eşlik eder yoğun karanlığa. Yine de ışığa dair bir ümit vardır insanda, kıyısından köşesinden de olsa ışığı yakalamaya çalışır. Derken, o soğuk karanlık içinden bir ışık görünür, başta cılız bir ışıktır…

Giderek ümitlenir insan, hayattadır hala, soyu tükenmemiştir, güzellikler, tatlı hatıralar hala hafızalardan vakit vakit uğramakta, ona yaşam sevincini aşılamaktadır. O arada, ümitler iyiden iyiye artar. Bir de yeni yılla birlikte yeni bir sayfa açmanın kayıtsız kalınamaz etkisi sarmıştır dört bir yanı bütün hüzünlere rağmen. Sonuçta, hayat devam etmektedir. Bir yanda hayat öte yanda memat vardır. Hayati ve Memati ayrılmaz ikilidir şu kısacık hikayemizde.

Derken, güneş doğudan doğar yine! “Haykırsana!” diyebilirsin, içinden ne geldiyse, “güneş yine doğdu” işte, “ben olsam da olmasam da güneş yine doğacak hep!”


 
Işık iyice kendini gösterir…

Bizler, her yeni yılın ışıklar içinde, aydınlık bir yıl olmasını ümit ederiz...etmeliyiz de!..çünkü hoyratsa akşamlar bir yandan öte yandan sıhhatli bir nefes almanın güzelliği bahş'edilmiştir insana!.. sırf bunun için yaşamaya değer! 





Çarşamba, Aralık 30, 2020

Cemal Süreya - Behçet Necatigil Şiirlerini Nereye Yazardı




Renksemez camgöz
Hep arka pencereden baktı,
Orada, oralarda sabah akşam
Solgun ay altında kasımpatı

- Nereye mi yazardı dizelerini
Bir şey çıkmamış biletlerin kenarına yazardı.

Bir kapı mı açılıyor
Hemen menteşeye kayardı gözleri
Küçük ev aletleri kerpeten mengene
Giderek onda alışkanlık yarattı

- Nereye mi yazardı dizelerini
İlaç kutularının üstüne yazardı.

Yazısı 1928 yazısı
Atatürk'ün elyazısı
Ama sıkılganlıktan mı neden
Fazlaca bastırılmış bir yazı

- Nereye mi yazardı dizelerini
Kağıt peçetelere yazardı.

Çiğnediği sözcükler, ağzının kenarında
Salya değil köpük halinde toplanırdı
Ve zarif kemerini örtme duygusuyla
Şal gibi aşağı akardı boyunbağı

- Nereye mi yazardı dizelerini
Plastikten oyuncakların üstüne yazardı.

Koca Barbaros'a karşın
Beşiktaş biraz odur artık,
Küçük bir oda versinler
Kehribar yüzü öylece kalsın

- Nereye mi yazardı dizelerini
Tırnaklarının üstüne yazardı.

Perşembe, Aralık 24, 2020

B.Necatigil - Kuyruk Şiirinin Hikayesi

 


“En uzun kuyrukların en sonunda bendim

sokakların ayazı sırtımda hurra

bana gelmeden sıra bitti kıştı.”

***

“sizin böyle âdi konuşanlarla işiniz yok

böyle küçük geçici

ah siz ne cici

süzülmek bulutlarda.”      

***

Poetika

“Birey, kendisini çeviren kendisini belirli bir yaşamaya bağlayan, mecbur ve mahkûm eden olay, ilişki ve eşyalarla var olabildiğine göre, önce kendi şartlarını kendi hâllerini dile getirir, getirmelidir. Kendini bir yana itip başka yaşamalara açılması, hayal ya da gözlem yoluyla bunları vermeye kalkması hâlinde ortaya çıkan eser, doğal olmaktan ziyade zihnî olacak; özenti, yakıştırma tehlikelerine daha yaklaşık bulunacaktır.” (B.Necatigil)

***

Eserleri

Kapalı Çarşı (1945)

Çevre (1951)
Evler (1953)
Eski toprak (1956)
Dar Çağ (1960)
Yaz Dönemi (1963)
Divançe (1965)
İki Başına Yürümek (1968)
En/Cam (1970)
Zebra (1973)
Kareler ve Aklar (1975)

 


Pazar, Aralık 20, 2020

Hangi Gözle?

Ruhi Bey “ben daha ölmedim!” dedi “anlatmak istiyorum. “Özgürce!...” “Çünkü insan yaşıyorken özgürdür.”*

Geceye böyle başladı Ruhi bey. Bir süredir gelip, görünüyor ama geçiyordu, nedense bu gece işler değişti. Ruhi Bey, ne varsa dünyada onun önüne geçti.

“Mesala şu şiire bakalım!” dedi Ruhi Bey.

Şiir, Şükrü Erbaş’ın bir şiiri, Ömür Hanımla Güz Konuşmaları…

Şükrü Erbaş, şöyle bitirir şiiri kendi sesiyle :

 “kim kimin derinliğini görebilir/ hem hangi gözle?”…**

Ruhi bey, mısranın son sözcüğünü farklı duyar. Şükrü Erbaş’ın “gözle” demesini “yüzle” diye anlar, “hem hangi yüzle” diye... yanlış anlama/anlaşılma…

(Şiir ille de anlaşılmak zorunda mıdır?)

Ruhi Bey anladığı gibi düşünür, “utanç” sözcüğü sahne alır aniden, son sözcük “yüzle” “hem hangi yüzle” “utanç” sözcüğünü çağırır.

“İnsandan utancı çıkarsan geriye ne kalır, daha doğrusu geriye bir şey kalır mı, çünkü utançtır insanı insan yapan, eğer dünya bir yanıyla, kokuşmuşsa, çürümüşse, yozlaşmışsa “utanç” çeperini delik deşik etmiş “utanmazlar” yüzündendir.”



 

2

 Ruhi bey mısrayı “hem hangi yüzle” diye yanlış anladığını anlar sonunda, mısra “hem hangi gözle” diye bitmektedir, “gözle” ve “yüzle” arasındaki anlam farkı, mısrayı tümden değiştirmektedir.

Ruhi bey, bir anda kendini “utanç” kelimesiyle yüz yüze bulur. Kelimeye kendi gözüyle bakmaya çalışır, “utanç” kelimesinin kendinde çağrıştırdıklarını kendi yüzünden utanç duymadan dinlemeye çalışır, dinler de…

“İnsan kendi içinde, kapandığı vakit “utanç” duymadan yaşayabilir. Çünkü kapanan insan, duymayan, düşünmeyen insandır. Tuhaf olan şey ise şudur: insan ne kadar açılırsa o kadar az duyar, o kadar az anlar, kalabalıklara açılan insan aslında kendine kapanmakta, kalabalık içinde, kendisini rahatsız etmeyecek buluşmalar, kesişmelerlerle, görmemeyi, birbirini ağırlamayı, koltuklamayı tercih eder”

 Bu bağlamda, Şükrü Erbaş’ın şiirini** “…hangi gözle” diye bitirmesi anlam bulur.” Ruhi bey sonra kendine sorar:

“Dünyaya hangi gözle bakıyoruz?Kendi konfor alanımızdan ne kadar çıkabiliyoruz?”

Ruhi bey, basit bir yanlış anlayış ile sahne almıştır, başrolde “utanç” sözcüğü oynamaktadır.

“hayat bir yanlış anlama olmasın sakın?” diye düşünür ve devam eder “sakın herşeyi yanlış anlıyor olmayalım?” Tam Ruhi beye uygun bir düşüncedir, Ruhi bey, mütereddit bir ruhtur, tedirginliğe kolayca düşer, aynada yüzüne bakar, sorar “ben nasılım?”, samimidir orda, hiç olmadığı kadar kendidir, yine de, bir şeyiyle, bir yeriyle oynar, kimi  zaman, bir tüyü, bir sivilceyi, cildine vuran bir tepkiyi, göz altındaki lekeyi, dert edinir, oysa macera romanlarında, filmlerde gördüğü o unutulmaz kahramanlar, böyle küçük, basit şeylerle hiç mi hiç uğraşmaz, birden irkilir Ruhi bey, bu gerçeği farkettiğinde, ayna gereğinden fazla çıplak göstermektedir, başka bir sahneye atlar Ruhi bey…”

Ruhi Bey, herkes gibi değişmektedir. Kimi vakit, bir dala tutunmakta, o daldan sevinç duymaktadır, yaşamda budur zaten, yaşam bir yerde “daldan dala konmaktır”. Belki görünüşte, bir yerde oluruz, sabit görünürüz, mesela aynı evde, aynı çevrede kırk yıl bulunuruz, bizi şöyle, böyle tarif ederler, fakat kimse bizi gerçekte bilemez, hatta biz bile kendi kendimizi ne kadar bilebiliriz. Ruhi Bey “Ruhi Bey”* şiirini okumaya başlar:

“aynalarda kendini seven Ruhi Beyi –siz bilmezsiniz-/ve bildiğiniz Ruhi Beyi –ya da pek bilmediğiniz-/gömdüm ben, geliyorum.”


Gece, hızla şiirli bir geceye dönüşmektedir. Ruhi Bey, mısraların mahrem-i esrarından sarhoş dönüp durmaktadır. Bir şey ne kadar dönerse, o kadar görünmez olur, bir çarkıfelek ne kadar dönerse o kadar beyaza keser. Ruhi Bey, iyice hafifledi, yerçekimine karşı koymaya başladı, adıyla müsemma bir uçuş…

Haydi o vakit “Yerçekimli Karanfil”*

“Biliyor musun? az az yaşıyorsun içimde

Oysaki seninle güzel olmak var

Örneğin rakı içiyoruz, içimize bir karanfil düşüyor gibi

Bir ağaç işliyor tıkır tıkır yanımızda

Midemdi, aklımdı şu kadarcık kalıyor.

Sen o karanfile eğilimlisin, alıp sana veriyorum işte

Sen de bir başkasına veriyorsun daha güzel

O başkası yok mu? bir yanındakine veriyor

Derken karanfil elden ele.

 

Görüyorsun ya bir sevdayı büyütüyoruz seninle

Sana değiniyorum, sana ısınıyorum, bu o değil

Bak nasıl, beyaza keser gibisine yedi renk

Birleşiyoruz sessizce.”

2

Sahi, nerdesiniz Ruhi Bey?

*Edip Cansever **Şükrü Erbaş





Pazar, Aralık 13, 2020

Behçet Necatigil

 


Kırk bir yıl önce bugün, Behçet Necatigil, son yolculuğuna çıktı, … “İki Başına Yürümek” adlı şiirin başında: “O derin sessizliği şimdi anlıyoruz” derken, “susanlara hiçbir şey sormayınız/ben caddeyi galiba bir şeyle karıştırıyorum/bir yerde iyidir yanılmış olmak.” diye bitirmişti şiiri.

Şairin, şiir poetikasında “ev” çıkış noktasıydı ve evin değeri ancak onu zıttıyla, mukayese edebildiğinde değer kazanırdı, yani ev, aile, içerde ne varsa, ancak dışardakiyle anlam bulurdu. O, “karışıklık duygusu” dışardaki “karmaşa” evi, bir limana çevirirdi.   “Sokaktan Gelmek” şiirinde bu eğilim açıkça görülür :

“Sokağa mı çıkıyorsun, dikkat et

Emanet ol Tanrıya,

Sokak demek

Eksilmek yarı yarıya”



İnsan için, “ev” her haliyle olmazsa, olmaz, ama kimimiz Behçet Necatigil gibi “evci’men”, kimimizin leylekle bir alıp-veremediği var, leylek hep uçuşta!.. Lakin, çokluk, o vakit anlaşılır, evin değeri, “eve dönüşünden”, bir başkadır, kokusu dahi özlenmiştir, o bildik köşe, o baktığımız aşina gözler… “Sokaktan Gelmek” şiirinde sokağın, özellikle caddenin ayartan, kafa karıştırıcı yanına dikkat çeker, kimi mısralarda:

Bir sokağa çıkmayın bozulur bunca büyü

Yavan gelir ev size,

Hayatınız kuytu ve küflü,

Sokaklarsa aydınlık, taze.

 

Ayartıcısı caddelerin eseri

Zalim gelişleriniz,

Evde size uzanacak elleri

İtmek istersiniz.”

 

Dünya ve insanlık, zor günler yaşıyor. Herhalde, biraz olsun, evin değeri, anlaşılmıştır bu süreçte.

 

“Haince sokaktan dönüşünüz

Sisli, karda...

Çünkü başka yaşayışlar gördünüz

Dışarda.

 

Sokağa çıkarken dikkat

Sokaklarda esen rüzgar çünkü.

Rüzgarlarla eve dönmek saçma,

Ev dar çünkü”


 
Yaşadığımız son bir yılda insanlar ikiye ayrıldı : “Dışarı çıkan insan” “İçerde kalan insan” ikincisine “evde kalan insan” da diyebiliriz. Birincisi, çokluk “mecburiyet” nedeniyle dışarda, ikincisi ise “talihli” sayılır evle bu kadar yakınlaşabildiği için.

Behçet Necatigil, şiir ve aidiyeti bir tutan bir yaşantıya tutundu. Evler, odalar, sokaklar, eşyalar ve elbette ailesiyle…Şairliği etkilemişti, sonradan eşi olacak Huriye hanımı. Aynı okulda görevliydiler. Behçet Necatigil, sevdanın başa vurduğu bir anda “Çevre” şiirini yazmıştı, Huriye hanım için, şiir gizli bir evlenme teklifi gibiydi ve milattı. “Bir okul gezisinden, üç gün sonra Behçet bir şiirle çıkageldi, bir şiir yazmış bana!..” diye anlatır mıydı, arkadaşlarına bilmem, ama herhalde hikayesini gururla o şiirden başlatırdı, hatıralarında.

Çevre

“Yarin mendili nakışlı

Okşadım ellerimle

Göz göz üzerimde

Çevrenin bakışı.

Çevre ateş içinde

Daralmakta çember.

Biz yanarsak beraber yanarız

Seninle, beraber.

Çevre tortop

Vurur sırtıma sırtıma.

Yüksek dağların orada

Çevre yok.”


Kızları, talihli çocuklardı. Behçet Necatigil, kurduğu “oyun” dolu dünya içinde, onlara küçük notlar yazıyor, hayali bir masal karakterini seslendiriyor, eğlendirirken, öğretiyordu. Kızı Ayşe Sarısayın “Çok Şey Yarım Hala” adlı hatıra kitabında şöyle söz eder babasından :

“Emekli olduktan sonra neredeyse tüm gününü evde çalışarak geçirmeye başlamıştı babam. Ama yine de sabahları çok erken kalkar, çayı demler; okula geç kalmamamız için bizi uyandırmaya çalışırdı. Sabah uykusunu çok sevdiğim için, üniversite öğrencisi olmama rağmen onun beni uyandırmasına muhtaçtım! Babamın defalarca odama gelmesine üzülür, her akşam kendime söz verirdim ertesi sabah onun ilk gelişinde kalkacağıma dair. Ama bu sözü hiç tutamazdım. Sabırla odamın kapısından başını uzatır, “Ayşe, kalk artık” der ve giderdi. Ses tonu hiç değişmezdi. Annem söylenirdi, “alıştırdın bu çocukları böyle, saati kurup kalkmaları gerekirken sana güveniyorlar” diye. “Boşver, işimiz gırgır” olurdu yanıtı.

(…)



Gün içinde çalışmasına ara vererek yaptığı bazı işler; odasından çıkıp kendisine kahve pişirmesi ya da mutfağa girip yemek yapması, söylediği gibi sadece kendisini rahatlatmak için miydi, yoksa bu davranışlarında kimseye yük olmama veya annemin üzerindeki yükü biraz olsun azaltma çabası mı vardı? Neredeyse tüm yaşamını sorumluluklarına ve kimseye yük olmamaya göre yönlendirdiğini hem gündelik yaşantımızdaki davranışlarında, hem de şiirlerinde çok açık görüyoruz: 

Ölü Utanıyor

 

“Elim hiçbir işe yatmadı,

Ömür sürdüm faydasız.

Yaşamaz ölürdüm

Siz olmasanız.

Pek çoğunuz benim için sıkıntıya girdi,

Sırtınızda yük gibiydim adeta.

Bir yardımınız daha lazım şimdi

Size zahmet, son defa.

Ormanlardan odunumu getirdiğiniz gibi,

Fırınlarda hamurumu pişirdiğiniz gibi,

Lütfen beni mezarıma bırakıverin

Bildiğiniz gibi.”

 Lise ve üniversite yıllarımda sık sık evimize gelip kalan yakın arkadaşlarım, yaşantımızı yadırgarlardı biraz. Genelde klasik yapıdaki, “baba” otoritesinin hakim olduğu evlere pek benzemiyordu bizim evimiz. 


Herkesin babası “dışarıda” çalışırken, benim babam hep evde çalışıyordu. Onlar eşlerinden ve çocuklarından hizmet beklerken, babam bize hizmet ediyordu adeta. Üniversite öğrenciliğim sırasında, final dönemlerinde iki veya üç arkadaşımla birlikte ders çalışırdık. Haziran-Temmuz aylarındaki sınavlarda, bazen annem yazlık eve gider, babam Beşiktaş’ta bizimle kalırdı. Gündüzleri genellikle dışarda olur, akşamüstü eve geldiğimizde yemeği hazır bulurduk. Bazen bizi zorla mutfaktan çıkarır, bulaşıkları da kendisi yıkardı. Arkadaşlarım şaşkınlıkla izlerdi babamın bu davranışlarını; özellikle o yıllardaki alışılmış “baba” görüntüsünden çok uzak, sıra dışı bir durumdu bu.” (Ayşe Sarısayın, “Çok Şey Yarım Hâlâ”)*

Kendi şahsıma,  şiir biraz gönül teli titretip, burun direğini sızlattıysa,  hafızaya nakş’olmuş, içe işlemiştir. Bazı şiirler öne çıkar böyle. Elbette, yaşanmışlık rol oynar bu yakınlıkta. Sözü, şahsi künyemde yer etmiş bir şiirle bitireyim. Allah rahmet eylesin!..


Gizli Sevda

Gizli Sevda

Hani bir sevgilin vardı

Yedi sekiz sene önce,

Dün yolda rastladım

Sevindi beni görünce.

 

Sokakta ayaküstü

Konuştuk ordan burdan.

Evlenmiş, çocukları olmuş

Bir kız bir de oğlan,

 

Seni sordu.

Hiç değişmedi, dedim.

Bildiğin gibi...

Anlıyordu.

 

Mesutmuş, kocasını seviyormuş.

Kendilerininmiş evleri...

Bir suçlu gibi ezik,

Sana selam söyledi.”

 

*“Çok Şey Yarım Hala” Ayşe Sarısayın Babası Behçet Necatigil'i Anlatıyor, YKY, ilk baskı 2011



Pazar, Aralık 06, 2020

Kovandaki Arının Rüyası

 


Kelebeğim ömrü kısadır. Bal arısı ise daha şanslıdır kelebeğe göre, bir bal arısı altı,yedi hafta, duruma göre altı ay kadar yaşayabilir.

Rüştü Onur “Benden zarar gelmez kovanındaki arıya” diye başlar bir şiirine. Onun da payına kısa bir ömür düşmüştür bal arısı gibi. Rüştü Onur, 78 yıl önce hayatının baharında çiçekler açarken, veremden öldü.


Edebiyat mahfillerinin kurucu ismi Salah Birsel ise, 1956’da yayınladığı Rüştü Onur kitabıyla şairi geniş çevrelere tanıttı. Salah Birsel şöyle tanımlar Rüştü Onur’u:

 “uzunca boyluydu. Esmer, yağız bir yüzü vardı. Sevgisine hiçbir sınır çizmemişti. Onu bol bol dağıtıyordu. Aklı fikri dünyanın öbür sokaklarında, öbür şehirlerindeydi. Sessizdi. Kendi içinde yaşar kimseyi kırmak istemezdi. Ölümü de dünyadakileri fazla tedirgin etmemek isteğinden doğmuş olmalıdır. Şiirleriyle Tanrı’yı tedirgin ettiğine inanır, kendini bağışlaması için Tanrı’ya yalvarırdı.”

*çizim : karikatürist - Mete Arif Tokmak


Şairler,  tedirgin ve mütereddit ruhlardır. Öte yandan bu çekimser halet-i ruhiyedir ki kederi ve sevinci şiire dönüştürür. Bazı şiirler kalben yazılır, tıpkı Rüştü Onur’un, adeta şiirinin poetikası sayılabilecek aşağıdaki şiiri gibi:

Memnuniyet

“ Benden zarar gelmez

Kovanındaki arıya

Yuvasındaki kuşa;

Ben kendi halimde yaşarım

Şapkamın altında.

Sebepsiz gülüşü caddelerde

Memnuniyetimden;

Ve bu çılgınlık delicesine

İçimden geliyor

Dilsiz değilim susamam

Öyle ölüler gibi

Bu güzel dünyanın ortasında.”

(Yeni Zonguldak, sayı 34, 23.09.1942)

Rüştü Onur dünyayı güzel görmüştü. Bu şiiri yazdıktan üç ay sonra dünyaya veda etti. Şimdi, Anafartalar Vapuru’nda tanıştığı Mediha Sessiz’in yanında Ortaköy’deki ebedi istirahatgâhında yatıyor.



Muzaffer Tayyip Uslu ve Behçet Necatigil’i de dahil etmem gerekiyor bu metne. Behçet Necatigil, Zonguldak’ta her ikisinin de  edebiyat öğretmeniyken, Muzaffer Tayyip, Rüştü Onur’un şiir ve hayat yolculuğunda can dostudur çünkü. Üçünün de ortak noktası şiirdir. Şiirle yatar, şiirle kalkar, şiirle nefes alır, aşkı ve yaşamı şiirin bahanesi görecek kadar şiire sarılırlar. Üç yakın dost ve şairin yaşamından kesitler aktaran “Kelebeğin Rüyası” adlı filmi 2013 yılında izlemiştik. Film bir ay içinde iki milyona yakın seyirci tarafından izlenmişti. Hatırlayabildiğim kadarıyla, o güne kadar edebiyografi türde çekilen “Mavi Gözlü Dev” dışında başka film yok Türk sinemasında. Bu bakımdan BKM’nin takdire şayan bir iş çıkardığını söylemeliyim. Yılmaz Erdoğan’ın hakkını ise ayrıca teslim etmeli filmin her kademesinde emeği geçtiği için.





Behçet Necatigil’in, Rüştü Onur için yazdığı bir şiirle bitireyim yazımı. Allah rahmet eylesin! :

                    “Bir Şair yaşamıştı Zonguldak’ta

                    Adı Rüştü Onur’du

                    Bilseydi hatırlanacağını

                    Ölümünden sonra

                    Memnun olurdu”


Perşembe, Aralık 03, 2020

Dünya Engelliler Günü ve Mustafa Oğuz

 

Dünya Engelliler Gününde, Mustafa Oğuz Mucurluoğlu’ndan bahsetmek istiyorum. Mustafa Oğuz, geçirdiği bir hastalık nedeniyle el ve ayaklarını kullanamıyor. Çocuk yaştan itibaren çoğumuzun hayal bile edemeyeceği bir yaşantıya maruz kalmış.

Ben, kendisine geçen yaz tesadüf ettim.

Bir televizyon kanalında, dişinin arasına sıkıştırdığı kalemle yazı yazıyordu.


O güne kadar duymamıştım, yazarmış.

Gerçekten etkileyiciydi, şikayet etmekten başka bir şey yapmayan onca insanın yaşadığı bir dünyada, birinin bütün engelleri böyle aşması.

Öyle görünüyor ki, engeller kendimizle ilgiliydi!..

Engelli dediklerimiz mi engelsizdi yoksa engelsiz saydıklarımız mı engelliydi?


Mustafa Oğuz Mucurluoğlu’nun “Sevgililer Gününde Hiç Randevum Olmadı”, “Bütün Suç Benim” adıyla yayınlanmış kitapları mevcut.  “Dinle Kardeşim” adlı kitabını internetten edindim. Kitap annemin başucunda… Kimi zaman kitaptan bir bölüm okuyorum anneme, o vakit sayfalardan yükselen yaşama sevinci ikimizi de sarıyor!.. Şairin dediği gibi “İnsan, âlemde hayâl ettiği müddetçe yaşar.”

Boyalı Kuş

Jerzy Kosinski Boyalı Kuş’ta bir kuşçudan bahseder kitabın bir yerinde, kuşçu biraz psikopat ve sadisttir, sevgilisi ortalıkta görünm...