O ilk günlerin sersemliğini atlattık! Herşeye alışıyor insan! O günlerin toplumsal karabasana dönüşen ruh halinden eser kalmamış. Temmuz’dan beri lokantalarda, kahvelerde, parklarda, piknik alanlarında, sahillerde, düğünlerde, dip dibe, dirsek dirseğe yaşamaya eskisi gibi devam eden insanları gördükçe hep aynı mısralar döndü, dolaştı : “Ne içindeyim zamanın, ne de büsbütün dışında”. Mısralar en çok akşam üstleri kendini gösterdiği, akşamın geceden önce rehavet veren ve rehavetten sıyrılmak istediğimiz o üç, dört saatlik zaman diliminde, kitapların bile yardımcı olamadığı yaz gecelerinin o bungun havasında, dış dünyanın çağrısının dayanılmaz olduğu o çekici anda. Birkaç sokak ötesine yürümek, gide gide semtin, komşu mahallenin sınırlarına, bazen daha ötesine, o rehavetli saatlerin silkindiği, unutulduğu, insan ruhunun coşmaya heves duyduğu gönüllü toplanma noktalarına kadar, sıra sıra dizilmiş yiyecek ve içeceklerin paylaşıldığı, yavaş yavaş kalabalıklaşan mekanlarda, sohbetleri, kahkahaları, elde cımbızları, aynaları, poz poz selfileri, göz süzenleri, yok artık dedirtenleri, ulu orta ateşe sokulan pervaneleri, isterik çığlıkları, divaneleri, adını unutanları, bu büyülü dünyaya girmek için sabırla ve kararlılıkla mekanların kapılarında sırada bekleyenleri, duymak ve görmek... işte tam o anda, onlar içerde ben dışardayım diye düşünürken, o vakit Tanpınar’ın mısralarını mırıldanıyordum : “ne içindeyim zamanın, ne de büsbütün dışında”
Cuma, Eylül 11, 2020
Salı, Eylül 01, 2020
Son Nefese Kadar
Bu
dünyadan H.S., S.P., Ö.G., B.C., T.D., geçmişti, ne çabuk unutmuşuz! Belli ki
unutmak işimize gelmiş. Unutabildiğimiz için işimizi yürütmenin bir şekilde
yolunu bulmuşuz. Ama biz de yolun sonuna yaklaşmakta olduğumuzun farkındayız.
Bize de o kapının açılacağı bir anın geleceğini biliyoruz. Bizim böyle o anı
beklediğimizin farkında olan gençlikse, bu aşamada şevkatli görünürken yine de
iğnelemekten vazgeçmiyor. Çünkü onlar Z kuşağı ve bizim uğraş verip, kotarmaya
çalıştığımız işleri, onlar çocuk oyuncağı gibi çeviriyor. İşte şurda duran,
gürbüz ve yüzünden kan fışkıran genç “nerdeyse memeyi bıraktım
internete girdim!” derken bir başkası az ötede duransa “Ana okulundayken en sevdiğim
tekerleme “Aya maya kumpanya, tekno manya, tekno manya! idi” diyor, söyleyecek
laf bulamıyoruz, ama en meşhur tekerlemelerimizden biri geçiyor aklımızdan,
“Şemsi Paşa pasajında sesi düzüşesiciler” ama susuyoruz, onların zamanın ruhuna
uygun tekerlemeleri yanında bizimkiler modası geçmiş kalıyor.
Fakat
havlu atmıyoruz öte yandan! Gayet insani olanı son nefese kadar sergilemeye
inanmış, inatçı yanımız ortaya çıkıyor. Bu biraz da, içinde “son” sıfatı
geçen yapıtlarla ilgili “Son Samuray, Son Mohikan, Son Gladyatör, Son
İrlandalı” hatta “Son Adam”, bu filmleri seyrederek büyüdüğümüz için,
bilinçaltı ve hafıza devreye giriyor. Hiç beklenmedik anda iş taşkınlığa kadar
gidiyor. "Yaşlıların olmadığı bir dünya istemiştiniz öyle mi? Sonlara yaklaşan üç ve beşimiz bir araya geliyor, kimimiz eğer varsa
bastonlarıyla, kimimiz ve daha genç olanlarımız ayak tabanlarıyla yere vura
vura mahalle kahvelerine, mekanlara, parklara, huzur ve mutluluk içinde
oturanlara nazire edercesine bir gövde gösterisi yapıyoruz. Kimi gençler bu
manzarayı yeniden görmekten sıkılmış bir bıkkınlık içinde yanında oturana
“bitmemiş meğerse!” diyor, ötekiler de bu acı gerçeğin tekrar ortaya çıkmasının
verdiği rahatsızlık içinde arkadaşlarını onaylıyor sessizce.
Ve günün sonunda kendimize dinlenecek bir yer buluyoruz yürümekten ve ayak tabanlarımızı vurmaktan kaynaklanan bir yorgunlukla. bir çeşmenin başında sırayla üstümüze sinmiş tozu, toprağı temizlemeye çalışıyor, kuruyan ve çatlamak üzere olan dudaklarımızı ıslatıyoruz. Ve birbirimize zafer kazanmış bir ordunun askerleri gibi gururla ve kardeşlik duygusuyla bakıp duruyoruz bir süre. İçimizde en yaşlı, ağzında hiç diş kalmamış, kalp krizi geçirip öteki tarafa gidip-gelmiş olanımız “Gösterdik onlara!” diyor yumruğunu sıkarak. İlginç hikayesini, yaşam mücadelesini bildiğimizden hoşgörü ve anlayışla bakıyoruz bu yorgun savaşçıya, içimizden biri “hadi kahveye gidip demli bir çay içelim!” diyor, geldiğimiz yolun aksine sessizlik içinde yorgunluktan ayaklarımızı sürte sürte kahvenin yolunu tutuyoruz.
Ve günün sonunda kendimize dinlenecek bir yer buluyoruz yürümekten ve ayak tabanlarımızı vurmaktan kaynaklanan bir yorgunlukla. bir çeşmenin başında sırayla üstümüze sinmiş tozu, toprağı temizlemeye çalışıyor, kuruyan ve çatlamak üzere olan dudaklarımızı ıslatıyoruz. Ve birbirimize zafer kazanmış bir ordunun askerleri gibi gururla ve kardeşlik duygusuyla bakıp duruyoruz bir süre. İçimizde en yaşlı, ağzında hiç diş kalmamış, kalp krizi geçirip öteki tarafa gidip-gelmiş olanımız “Gösterdik onlara!” diyor yumruğunu sıkarak. İlginç hikayesini, yaşam mücadelesini bildiğimizden hoşgörü ve anlayışla bakıyoruz bu yorgun savaşçıya, içimizden biri “hadi kahveye gidip demli bir çay içelim!” diyor, geldiğimiz yolun aksine sessizlik içinde yorgunluktan ayaklarımızı sürte sürte kahvenin yolunu tutuyoruz.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)
Boyalı Kuş
Jerzy Kosinski Boyalı Kuş’ta bir kuşçudan bahseder kitabın bir yerinde, kuşçu biraz psikopat ve sadisttir, sevgilisi ortalıkta görünm...
