Cuma, Temmuz 24, 2020

*Dülger Balığının Ölümü




“Artık her seyi anlamıştı. Denizlerin dibi âlemi bitmişti.. Ne akıntılara yassı vücudunu bırakmak, ne karanlık sulara, koyu yeşil yosunlara gömülmek. Ne sabahları birdenbire, yukarılardan derinlere inen, serin aydınlıkta uyanıvermek, günün mavi ve yeşil oyunları içinde kuyruk oynatmak, habbeler çıkarmak, yüze doğru fırlamak. Ne yosunlara, canlı yosunlara yatmak, ne akıntılarla âletlerini yakamozlara takarak yıkanmak, yıkanmak vardı. Her şey bitmişti:

Dülger balığının ölüm hali uzun sürüyor. Sanki balık su hava dediğimiz gaz suya alışmağa çalışmaktadır. Hani biraz dişini sıksa, alışması mümkündür gibime geldi.

Bu iki saat süren ölüm halini, dört saate, dört saati sekiz saate, sekiz saati yirmi dörde çıkardık mıydı; dülger balığını aramızda bir işle uğraşırken görüvereceğiz sanıyorum.

Onu atmosferimize, suyumuza alıştırdığımız gün, bayramlar edeceğiz. Elimize görünüsü dehşetli, korkunç, çirkin ama, aslında küser huylu, pek sakin, pek korkak, pek hassas, iyi yürekli, tatlı ve korkak bakışlı bir yaratık geçirdiğimizden böbürlenerek onu üzmek için elimizden geleni yapacağız. Şaşıracak, önce katlanacak. Onu şair, küskün, anlaşılmayan biri yapacağız. Bir gün hassaslığını, ertesi gün sevgisini, üçüncü gün korkaklığını, sükûnunu kötüleyecek, canından bezdireceğiz. İçinde ne kadar güzel şey varsa hepsini, birer birer söküp atacak. Acı acı sırıtarak İsa
nın tuttuğu belinin ortasındaki parmak izi yerlerini, mahmuzları, kerpeteni, eğesi, testeresi ve baltasıyla kazıyacak. İlk çağlardaki canavar halini bulacak.

Bir kere suyumuza alışmağa görsün. Onu canavar haline getirmek için hiç bir firsatı kaçırmayacağız.”

*Sait Faik Abasıyanık


Pazar, Temmuz 19, 2020

Okurken - Beklemek



Biraz bekleyince herşey değişiyor. Demek ki beklemek meyvalarını veriyor ve değişiklik söz konusu oluyor. Bir hafta önce sıkıntı veren roman şimdi keyif veriyor ve dönüp bir önceki bölüm yeniden okunuyor. Tesadüf bu ya roman karakterleri de bekliyor, ama çok umarsız bir bekleyiş bu ve belki de hiç gelmeyecek bir düşmanı bekleyen askerler tam artık gelmeyecekler denildiğinde fikir değiştirip “gelecekler” demeye başlıyor. Hava yapış yapış ve boğucu, üstüne üstlük bir önceki geceden kalma uykusuzluk... sabah kahvesini hazırlarken hiçbir şeyin değişmeyeceğini düşünmek ne kadar da doğal. Fakat beklemek durumundayız o yapışkan ve miskin ruh halinin geçmesini ve herşey değişiyor sonunda.

Burda bir mola veriliyor ve yeniden romana dönülüyor.
Burda romana bir ara veriliyor ve yeniden klavyenin başına geçiliyor.

Romanın bir hafta önce sıkıcı bulunmuş olması ne kadar da uzak ve soluk bir resim şimdi. Peki ne değişti bir haftada? Bir hafta önce sıkıcı bulunan bir roman neden şimdi parlak ve cazip görünüyor. Hikaye baştan beri aynı, hikaye tek bir çizgi üstünde ilerliyor, tek bir tema var görünürde o da “beklemek” hepsi olmasa da askerlerin bir kısmı hala hiç gelmeyecek düşmanı beklemeye devam ediyorlar, burası yine aynı, aynı olmayan şey hikayede beklenmeyen bir şey olmayacağı yargısıyla okunan metne bağımsız bir işlev yüklemek ve romanın akışından çekip başka bir düzleme yerleştirmek, mesela şu aşağıdaki cümle başka bir kapı açıyor önümde:

“İşte o anda, uzak ve iştah açıcı bir yaşama ilişkin hayaller Drogo’nun aklına takılıverdi, örneğin tatlı bir yaz gecesinde deniz kenarında bir saray, yanında oturan zarif kadınlar, müzikler duydu, gençliğin hemen kendini kapıp koyverdiği mutluluk imgeleri beliriyordu, bu arada doğuda ufuk yavaş yavaş net ve belirgin bir hale geliyor, atmaya başlayan şafak, göğü hafif hafif aydınlatmaya başlıyordu.”



Sanki bir bestecinin çalışma odasında notaları kompoze etmesine benzer bir tabloya bakar gibiyiz: kelimeler, imgeler, duygular, düşünceler, özlemler bir anda kendini gösteriyor. Bir roman okuyana “başka bir yerde” olduğu duygusu veriyor, olduğu yerden başka bir yere götürüyorsa ve bir de keyifli bir yerse gidilen yer, şüphesiz okunan roman keyif verirken, bir hafta önce, daha önceki bölümler okunurken neden aceleyle okunup bir an önce kitaplığa kaldırma düşüncesi hasıl olmuştu acaba?

Burda klavyenin başından kalkmadan yazmaya ara verilip az önceki metne dönülüyor:

“Geceleri böyle geçirmek, uykuya sığınmamak, geç kalmış olma duygusuna kapılmamak, güneşin doğuşunu izlemek, insanın önünde sonsuz gibi görünen bir zamanın bulunması ve bundan hiç kaygılanmadan yararlanması…”

Metni yeniden okumaya başlamadan önce, klavyenin başından kalktım, evin odalarını tek tek dolaştım, sabahın bu erken saatinde evin cadde tarafında ve sokak tarafındaki mevcut sessizliğini bastıran, sanayi tipi üç kollu pervane yine şaşmaz bir vazife duygusu içinde çalışıyordu. Üç-beş yıl önce olabilir böyle bir yaz geçirmiş, sabahlara kadar başka bir pervanenin ninniye benzeyen sesiyle kendimden geçerken, sabahlara kadar uyumuştum.

Hala klavyenin başındayken yeniden metne dönüyorum:


“Dünyada var olan onca güzel saatlerin boşa harcanmasına, güneşin doğuşunun beklenmesine imreniyordu. Ne kadar aptalca görünürse görünsün, yitirdiği o barışçı yaşamı en yoğun biçimde bunlar dile getiriyordu.”

“Sesli Kitap” ve “Radyo Tiyatrosu” arasındaki bariz fark ilki “tam bir okuma” iken, ikincisi eserin sahnelerini oluşturan fikirleri kısa ve öz bir anlatımla vurgulamaktan ibaret. Elbette zaman mevhumu nedeniyle ikincisini tercih ettiğimi söylemeliyim. Bu nedenle şu an okumakta olduğum roman metninde aynı yöntemi uyguluyorum, fikirleri iç içe geçmiş bir biçimde değil, tek tek alıntılıyorum ve metne dair tek bir yorum dahi yapmadan tamamen okuyucunun insiyatifine bırakıyorum. Çünkü anlaşılmış olabilir, amacım bir romanı tanıtmak ya da bir romanın metnini çözümlemek değil, o roman ve metin vasıtasıyla metinlerarası bir hal ve gidişat içinde ilerleyip başka bir duruma geçebilmek. Kısaca amaç, o romanda yaşamak değil de o romanla birlikte, roman sayfalarındaki satırlar aracılığıyla başka bir şekle bürünüp, bambaşka şeyler yaşıyormuş hissine kapılmak ya da zannetmek.

Yeniden metne dönüyorum, metin de aşağıdaki satırlarla bitiyor şimdilik:

“Ne kadar aptal görünürse görünsün, yitirdiği o barışçı yaşamı en yoğun biçimde bunlar dile getiriyordu. Gerçekten de bir süredir, bir türlü tanımlayamadığı bir endişe, dur durak bilmeksizin içini kemiriyordu: Bu, bir türlü zamanında yetişemeyeceği, önemli bir şeyin aniden oluverip onu hazırlıksız yakalayacağı duygusuydu.”


Yukardaki alıntılar, Dino Buzzati’nin en bilinen romanı Tatar Çölü’nden, bir hafta gibi bir sürede kah hızla geçtiğim fakat şimdi olduğu gibi bu sayfada –sayfa 180- takılıp kaldığım, dörtte birini de geçersem, okuduğumu zannettiğim romanlar arasına girecek olan romanda hiç gelmeyen muhtemelen Godo gibi hiç gelmeyecek olan kişiler -düşmanlar- Tatar olarak adlandırılıyor.

Bir okuma sürecinden anlık kesitler içeren yazmakta olduğum metnin de sonuna geldim artık. Bir solukta yazamadığım, yazarken araya başka şeyler aldığım metin sayesinde ne elde ettim bilemem ama vakit de geçti. öğle olmuş! Bir şeyler yesem iyi olacak!

Hamiş : 1.ci resim John Martin, 2 ve 3.cü resimler Dino Buzzati.


Perşembe, Temmuz 16, 2020

Kendi Kendine…



Yarım saatim var sadece… Şimdi deniz kenarında olsak yarım saat konuşurduk  ya da yarım saat deniz kenarına bakardık. Belki deniz kenarında küçük bir martı olurdu “yavru bu!” derdin sen “büyüyünce beyaz olacak!” derdim ben “derdimiz martı olsun yaa!” derdik o zaman, gülerdik... Sonra önümüzden ne geçerse, bisikletli, patenli, çocuklu, streçli, göbekli, cilveli, neşeli, biz ona bakarken “yarım saat nasıl da geçti!” derdik. Yarım saat bu geçer elbet! Bir yarım saatim var ve sen yoksun ve deniz kenarı da yok ve o günler çok uzakta şimdi… hatta bir zamanlar deniz kenarında seninle ya da sensiz denizin kenarına ve gelip geçene bakan ben yaşantımın bu hoş-beş ve pür keyifli kesitinde bir yabancıyım şimdi. O günlerden kalan şeyler, yaşanmışlık hissi, soluk resimler, bir de kelimelerin maziyi bugüne bağlayan gücü ve tesellisi... İnsanın kendi kendini teselli edebilmesi ise bir başka teselli… Fakat az şey değil bu da, ayakta kalmamız kendimize ne kadar şevkat gösterdiğmize bağlı.
Şimdiden on beş dakika geçti bile… Bir sonraki paragrafta deneysel bir metin yazmalı, bir kelime grubundan yola çıkarak. Şu kelimelerle:

Masa örtüsü-gökyüzü-yastık-kıta-sonsuzluk*

“Zor bir şey biliyorum insanın kısıtlanması, insan serbest ve hür olmalı, sonsuzluk diye bir şey olmalı şu dünyada. İnsan o kıtadan bu kıtaya dağlardan, denizlerden, karalardan geçerek gökyüzünün ne kadar geniş ve ne kadar mavi olduğuna şahit olup gezip durmalı. Sonra denize bakan bir yarın kenarında mesela bir lokantanın ahşap masasında onu saran yöresel bir bezden dokunmuş masa örtüsünde, kadehle buluşan parmaklarına kadifemsi bir hisle dokunurken, "işte bu!.." diye kutlamalı özgürlüğünü. Hadi epey geç oldu! Uzun yoldan geldin, vakit şu küçük evdeki, yumuşak yatağında istirahat vakti, kuştüyü yastığın seni bekliyor, iyi geceler!..”



Yarım saat doldu böylece…

Hamiş : *Walter Benjamin’in Hikaye Anlatıcısı kitabında on bir yaşındaki bir çocuğa verilmiş yukardaki kelimeler, o da aşağıdaki cümleleri kurmuş:

“Önündeki masa bir masa örtüsüyle kaplıydı ve gökyüzünün altında duruyordu. Dünyadan uzak kıtadaki yastığın üzerine uzanıyordu; sanki sonsuza dek uyanmak istemiyordu.”

Ben kendi cümlelerimi yazdıktan sonra okudum kızın yazdıklarını etkilenmemek için, iyi ki öyle yapmışım, çünkü benim gerçeklik dolu zihnim ile on bir yaşındaki bir kızın zengin hayal dünyası arasında bir bocalama yaşayabilir, metni bir solukta yazamayabilirdim. Özellikle şu cümle on bir yaşındaki küçük bir kızın hayal dünyasına dair bir fikir veriyor: “Dünyadan uzak kıtadaki yastığın üzerine uzanıyordu;” Dünyadan uzak bir kıta! Nasıl bir yer acaba? 



Walter Benjamin’in Hikaye Anlatıcısı ilginç bir kitap. Hayatı boyunca çeşitli edebi biçimlerde deneyler yapmış bir yazardan zihin açıcı bölümler içeriyor. Rüya Alemleri, Yolculuk, Oyun ve Pedagoji ana başlıkları altında, Fantezi, Rüyalar, Kent ve Ulaşım, Kır Manzarası ve Deniz Manzarası alt başlıklarıyla ele alınan kısımlardan oluşuyor kitap. Ara ara açıp bir göz atıyor, yazarın oynadığı oyuna “oynamak istiyorum!” diyerek katılıyorum, iyi de oluyor,  adı “Kelime Çekmecesi” olan bloğa uygun düşen bir eğlenceye dalıyoruz bu sayede, dağılıyoruz. Bu da kendi kendine icat edilen bir teselli son tahlilde. Tam burda Oğuz Atay'ın bir sözü uygun düşecek kanımca, Korkuyu Beklerken adlı öyküsünde ne yazmıştı “Yalnız yaşayan insanların kendi içinde başlayıp biten eğlenceleri vardır” Tam da öyle!..

Pazartesi, Temmuz 13, 2020

Gece Getiren



İşte biri hızla geçti!.. Rüzgar gibiydi, dört yol ağzına varması birkaç saniyesini almış olmalı. Öte taraftan biri daha çıktı, o da birkaç dakikası kalmış gibi aceleyle geçti. Sonra biri daha çıktı, bu gece kesinlikle sözleşmiş olmalıydılar. Şehrin dört bir yanına dağıldıklarından, şehrin dört bir yanında aynı tablonun göründüğünden şüphe duymak çok kolaydı. Sözleşmiş olmalıydılar, gizli bir anlaşmayla, birbirine benzeyen mimik ve davranışlarla, gecenin karanlığında kararlı ve gözükara bir şekilde  çıkıyorlardı. Herşey ellerindeydi, olmak ya da olmamak ya da yaşamak ya da yaşamamak! Tuhaf bir şey olmalıydı, biraz da dayanılmaz bir çekiciliği olmalıydı böyle yaşamanın. 

Yaz başlayınca çoğalmışlardı… Bütün şehir hem deprem korkusundan, hem salgın sürecinden, hem de yaz mevsiminin bungun ve nemli havasından geceleri ayaktaydı. eve ve meşrebine göre gece bir şekilde geçiyordu ve geçen her saat, gece yatağına girip uyumakta direnen her şehir sakini, onlardan birinin daha boş sokaklarda, caddelerde yüzlerinde o çılgınsı ve çocuksu ifadeyle –çoğu ergenlikten yeni çıkmıştı- cirit atmasına neden oluyordu. Biri daha geçti işte bu arada!..

Son geçen çok mutlu görünüyordu, hatta en mutlusuydu denilebilir. Gece müdürü adresi söylemeden önce “kredi kartıyla ödeyecek! Yetmiş beş lira çekeceksin…” demiş arkasından “ha bir de bahçede köpek varmış, sessiz  ol, bir havlamaya başlarsa sabaha kadar susmazmış!” Mutlu çocuğun da bir köpeği vardı, altı yaşındayken babası doğum gününde bir çanta içinde getirmişti. “Köpekleri severim!” dedi, çıkmadan önce, gece müdürü “ah bu çılgın çocuk!” gibisinden başını salladı arkasından. Her zamanki gibi sokağa tersten girdi, sıradan bir şeydi bir trafik kuralını ihlal etmek, her gün yüzlerce kez şehrin sokaklarında, caddelerinde ihlal edilen bir kuraldı. İhlal edilmesi neyse de bazen rüzgar gibi aniden çıkıyordu biri, kimi zaman yaşlı biriyle yollar kesişiyor, zavallı ihtiyar çok korkuyor, bazen korkmakla da kalmıyor düpedüz o hızın, o çılgınlığın, o karanlık zevkin, o makina uzantısı dinamik hazzın kurbanı oluyordu; belki bu şehir ve belki bu dünya yaşlıların olmadığı bir yerdi.

Sabaha kadar şehir uyumadı. Belki bir cumartesi gecesi için çok doğaldı. Ve bütün sokaklar, caddeler, onların çılgın ve esrik gaz, fren sesleriyle çınladı. Sabah olup, gece vardiyası işini tamamladığında, gece o deli köpek tarafından kovalanan mutlu çocuk, gazetede iş ilanlarına bakmaya başladı, başka bir iş bulmalıydı, sıkılmıştı artık bu işten, sonu yoktu, bir gün pisi pisine ya birini altına alacak ya da bir köşede bir duvara toslayıp genç yaşta yaşama veda edecekti. Şöyle bir ofis işi bulmalıydı, bir masa başı olmasa da pekala ofiste evrak, getir, götür işine bakabilirdi. Şimdi ki getir işinden kat kat daha iyi ve tehlikesizdi, üstelik belki güzel bir mesai arkadaşıyla çalışabilirdi, pekala olabilirdi, umut her zaman vardı. İlanlara bakarken “Getir işine motorcu!” ilanını gördü, sunturlu bir küfür salladı, her gün, kendisi gibi onlarcası bu işe başlıyor ama her gün onlarcası işten ayrılıyordu. Sonra “ofis boy aranıyor” ilanını gördü, “hah!” dedi “işte tam aradığım iş !” ve ilanı yuvarlak içine aldı…

Cumartesi, Temmuz 11, 2020

Açıkça


Bir süre gezindim durdum orda burda… iki, üç ay oluyor galiba. sonra senin oralara geldim. Nasıl oldu da geldim diye düşündüm o gün. üç sigara içtim, tam üç sigara bir aşağı bir yukarı gizliden dolaşırken senin orda. Odan vardı, deniz vardı, bayır vardı, odan kapalıydı, deniz açıktı, bayır açıktı, “madem” dedim koştum bayır aşağıya. Ve deniz de ıssızdı. Öyle ki bayır bayır bayırsan sabaha kadar kimsecikler duymaz. Issızdı ama korkusuzdu sahil. Deniz yine dalga dalga geliyordu, yine kumsalda, resim çizsem ki, çizdim de… bir kalp çizdim işte, içinde sen de, içinde ben de, hiç birleşmeyen, öyle… sonra sen gelir misin acaba buraya, diye düşündüm öyle ya şurdaydın, burayı çizmiştin, şurayı boyamıştın, ben burdan bakarım denize demiştin, unutmadım. Şimdi sen bu ıssız kumsalda gezer misin ara sıra bazı bazı?

Bir ay önceydi işte ben geldiğimde. Çok sıkıldığım bir gündü. Zaten bazı günler çok sıkılırım ben, ne halt edeceğimi bilirim ama, iyi ki çok sıkılmışımdır vakitlice, döner kendimi ararım, cevapsız komaz, çıkar, gelir, bir yolculuk başlar. “Hemşerim yolculuk nereye?” İşte o gündü “her zamankinden!” dedim şoföre, şaşırmış gibi değildi, ikiletmedi sözümü, anında ikiledi, ilk karşılaşmaydı oysa. Sonra adrese bıraktı beni. Senin oralara. Burnu iyi koku alıyor olmalıydı. Odana şöyle uzaktan baktım, yine kapalıydı, arada açıyordun, pencereleri, çekmeceleri, dolapları, erzak gözlerini, alet-edavat kutularını, oyun odasını, bisiklet heybelerini, sırt çantalarını, hiç giymediğin çizmelerini, evet, bunların hepsini kapını açtığın gün havalandırıyordun. Her şey biraz küf kokuyordu, solmuş bir şeyler kokuyordu, sana bağlıydı… belki eski resimlere olan sevdan bu yaşanmışlıktandı. Sonra “Deniz Pansiyon” yazan tozlu tabelayı en görünür yere koyuyordun. Sonra bir şey unutmuş gibi dönüp elindeki bezle tozunu alıyordun tabelanın. “hah böyle işte şimdi oldu!” diye belki düşünürdün, güzel gülerdin de… Sezon da böyle açılırdı, kimi zaman zamansızdı bu açılışların!..

İşte yine zamansız kapanmışsın. Aylardan Haziran değil miydi oysa? Üstelik Haziran’ın biri de gelmiş. Üstelik herşey o kadar normal ki? Normal ötesi… hatta çok normal…  hatta bütün dünya eskisinden daha… o yüzden kalktım, herşey bu kadar normalken sana geleyim, dedim, geldim de, hemşerimin arabasına atladım, çekti beni ben söylemeden, sonra silkeledi açıklarda, “yeni ördeklere gidiyommm, vınnnn!” dedi beni attıktan sonra, kaçık şey, bir daha görürsem var ya “naber ulan Şakir!” diyecem kırk yıllık ahbap çavuş gibi. Şimdi, şu, ben, geldim oraya, sen yoktun, kapalıydın, bütün pencerelerin, her yerin kapalıydı, seni açık görmek istiyordum oysa, yeniden açılacak mısın acaba?    

Çarşamba, Temmuz 08, 2020

Isınınca



Üçü, beşi bir araya gelince dünya unutuluyor. Güzel günlerin özlemi o kadar güçlü ki aşk şarabı içmiş gibi o günler gelmiş varsayılıyor. Olsun! galiptir bu yolda mağlup! Elbette!.. Fakat bir de bu işin sabahı var, uyanıldığında, telaşla “Ben nerdeyim? Tanrım neden ben?” Hiçbiri başımıza gelmezdi, ballıydık, gençtik, güzeldik –ihtiyarların yaşamadığı bir ülkeydik- haydi eller havadaydık!.. Hava sıcak, Temmuz geldi! Üçü, beşi toplandı, gece kahkahaları, erkeklerin omuz başı üstünden kavis verilen bakışlar –sen de aklımdasın aslında- ve mesajları.


Üç, beş bir arada gecenin ilk saatinde. Gece kahkahalarında şen, şuh ve elastiki çizgiler… Bir, ikisi biraz daha temkinli, eh, o da şundan, o huysuz ihtiyar yine şikayet dilekçesini suya yazar mı acaba? Üçün, beşin birisi hem oynaşta hem de kapıyı gözlüyor, hey, ihtiyar her an çıkabilir, “vovvv! Dunganga dunganga!” diye sırtına beyaz bir çarşaf atıp hayalet numaraları çekebilir, “bayatladı be amca bunlar! repertuar değiştir biraz!” “Saygısız! Allahın sopası yok!..” dannnn! Üçün biri yere düştü. O kadar içmiş ki bu kadar olur. aksırana tıksırana kadar amcacım.” Miğde mi yoksa kırba mı oğlum bu? Deveyi bulsan hamuduyla götürürsün, senin de günün birinde ekşiyen, yanan bir yerlerin olsun da görürüm seni.” Arkadaşları limon kolonyası buldular, beşin birisinin torpido gözünde varmış. Yine de temkinli çocuklar, hepten salmamışlar, kolonya, dezenfektan falan… “üstlerine bir işesem! Ah be Feridun büyümedin yavrum sen! Çocukken de insanların üstüne tükürürdün! Annem olsa böyle derdi şimdi! Nur içinde yat anneciğim, seni çok özledim!”


Üçü, beşi bir araya gelince herşey unutuluyor, demiştik. Öyle!.. Yeni yasaklar yolda. Yasakçı görünme fobisi nedeniyle idareciler o kadar şeffaf ki, onlar konuşurken beyin kompartımanlarında duygu ve düşünceye bağlı renkler yanıp sönüyor. “Mavi demişti oysa kırmızı yandı, yalancı bu!” “Bu kadar şeffaflık olmazdı, olacağı buydu!” Son dakika haberleri! Altyazı geçiyor “Üç yüzü, beş yüzü bir araya geldiler! sayın seyirciler önlerine ne çıkarsa yakıp, yıkıyorlar, önlenemez bir gidişat var, üst idare, üst güçler devreye girmek üzere…” 



Ne bekliyorduk!, üçe, beşe bakmazsanız böyle olur, diye düşündü bizim huysuz ihtiyar, beş bin kanallı televizyonunda sabaha kadar Malezya’dan, Kamçatka’ya, Kolombo’dan Belize’ye kadar bütün kanallarda yayılan kitlesel ve global hareketlenmeyi an be an takip ederken. İhtiyarın kapısının önündeki üçün, beşin önemi kalmamıştı artık, vakalar binlerle ifade edilmeye başlamıştı. İhtiyar pencereyi açtı, kapısının önünde yatan tinerciye bir küfür savurdu, nerdeyse üstüne tükürecekti, onun bir günahı olmadığını bildiğinden tuttu kendini. Tinerci çocuk aslında en masumuydu şehrin...

Cumartesi, Temmuz 04, 2020

Isınırken - Sabah Yürüyüşü


Klavyenin başına geçince bir şey yazasım gelmiyor. Yazın sıcağına bir de ekran sıcağının eklenmesi mi yoksa şeylerin giderek değerini yitirmesi mi, yazmak gibi meşakkatli bir uğraşa kalkışacak takatim yok. Oysa sabah yürüyüşlerinde durum farklı, en basit şeyler bile anında bir akışa kapılıyor, yeri geldiğinde bir kedinin duruşu, yaşlı bir adamın bakışı, genç bir çocuğun ıslık çalışı, bir ağacın evi saran dalları, ayağının ucunda terliğini sallayan bir kadın, arkamdan hızla yaklaşan ayak sesleri… “tekir kedi bir patisini gözlerinin üstünde atmışken, kuyruğunu bir sağa sola oynatıyordu. Geçerken durdum, tınmadı bile, güzel bir rüyanın, tatlı bir hayalin en heyecanlı yerinde olmalıydı, kuyruğu guguklu saatin sarkacı gibi eşit salınımlarla bir o yana bir bu yana oynuyordu.” Belki böyle değil, belki şöyle “tekir bir kedi hülyalı bir anın mahrem-i esrarında tatlı tatlı uyuyordu.” belki böyle de değil, giderek o sabah yürüyüşünde, tekire dair ne düşündüğümü tam aktaramayacağıma kani oldum. Oysa o anda ne kadar da zevk alıyordum zihnimin tekir kediyle olan akışından. Şimdi? O anı yeniden yaşamak, hatta cüretkar bir enerjiyle yaşatmak istediğim için yazarken epey uzağım o anki ruh halimden!..  





Öte yandan o sabah yürüyüşünü yazmaya çalışmanın da teselli eden bir yanı olmalıydı. Gerçek heyecanla mukayese edildiğinde yazmak ikinci elden bir uğraş olsa da, bir tür heyecanı, arzuyu göstermesi ve en çetrefil anlardan kazasız belasız sıyrılma garantisiyle tatlı bir tesellidir, evet. En tehlikeli ve heyecanlı anları en güvenli şekilde yaşamak mümkün yazarken. Gecenin karanlığına karışıp, sisli bir sokakta kötü adamlara kafa tutulabilir ve sağ salim eve dönülebilir.

Hiç yazasım olmayan bir anda, iyi, kötü bir şeyler yazmış olabilirim. Bu da bir şey ama en iyisi sabah yürüyüşü için daha fazla geç olmadan çıkmak. Kimbilir belki tekirimiz yine aynı yerde, aynı şekilde, bir patisiyle gözlerini kapatmış yine hayallere dalıyordur, bir bakalım bu sefer neler düşüneceğim şahsına dair az önce yazdıklarımdan farklı...

Çarşamba, Temmuz 01, 2020

Uzaklaşan Kırmızı Fenerler




Sevgilim Öküzün Teki

Kız sonunda uyandı, kafasını uzattı salonun kapısından içeri, “girebilir miyim?” ürkek, cılız bir ses, “tabii ki!” altlı-üstlü pembe, ayıcıklı, pamuklu bir pijama onu daha genç gösteriyor hatta çocuksu denilebilir, yüzü ufak, burnu ufak, ağzı ufak, elleri daha önce hiç görmediğim kadar ufak, bir çocuğun elleri değil bunlar daha başka bir şey, elleri vücudundan bağımsız, vücuduyla orantısız. Uzaktan bakıyorum. yazan adam ve pijamalı kıza. Kız ellerini saklıyor adamın düşüncelerini okumuş gibi, adam kızın ayaklarının da çok küçük olduğunu düşünüyor, sabah kalktığında ayakkabısının birini eline almıştı antrede duran, bir babet, 36 numara, o ayakların sahibi şurda aramızdaki duvarın hemen yanındaki yatakta, sol ayağı pikenin altından çıkmış, bilekleri de dışarda, baldırları da, sol ayağının baldırı geniş ve etli, adam etli baldırları düşünüyor, fakat hemen kafasından kovuyor düşünceyi, baldırlara kendini bırakırsan nereye gideceğini bilemezsin çünkü, üstelik pijamalı kız karşısında, ona bak şimdi. bakıyor adam. “siz ne iş yapıyorsunuz?” diye soruyor kız klavyenin başındaki adama, sonra da “ne güzel mum ışığında yazıyorsunuz!” diyor, “benim sevgilim öküzün teki! Hiç anlamaz böyle mumdan-mumdan!” adam bir reklam işinde çalışıyor, serbest, arada uğradığı bir ofis, bazen bir hafta işe gitmez. İşi kelimelerle. Kızın “mumdan-mumdan” demesi hoşuna gidiyor dudaklarını büzerek, yinelenen “M” harfi yine kelimenin aslını veriyor “yemek-memek” gibi kelimeyi hafife almıyor. “reklamcıyım!” diyor adam, “ne güzel” diyor kız “neyin reklamını yapıyorsunuz?” adam gülüyor, “ne olursa!” “parasını ödesinler de!” “ödemiyorlar mı?” diye soruyor kız, “maalesef başıma geldiği oluyor, son zamanlarda epey alacağım birikti!” “bir kahve yapayım size!” diyor kız adamın önündeki boş fincanı göstererek “kahvenin yerini bulabilir misin?” diye sesleniyor adam mutfağa giden kıza “hallederim!” diye cevap veriyor kız.  

Cimcime Bu!..

Mutfakla arası iyi. her kadın gibi değil. bazı kadınlar bu konuda daha başarılı. “erkeğin kalbine giden yol…” adam yine uzaklaşıyor, kendine uzaktan bakıyor, kızla arasında bir bilgisayar ve yemek masası, karşılıklı kahve içiyorlar büyük kupa bardaklarda, kız soruyor “burcunuz ne?” meslek gereği bu konularda biraz bilgisi var, yüzeysel, aslan-başak arası, son gün, “ya yükselen? Yükseleni biliyor musunuz?” bilmem kaçıncı kez duyduğunda bu yükselen meselesini araştırmıştı, çünkü her seferinde “bilmiyorum!” dediğinde “doğduğun saati biliyorsan haritanı çıkartırım!”, astroloji kadınlar içindi galiba, pek çok şey kadınlar için olmalıydı bu dünyada, bu dünya sırf erkeklere kalsa ekonomi yerle yeksan olurdu. “Boğa yükselenim!” “anlamıştım!” kızın dudaklarında alaycı bir tebessüm “neden?” “mutfağınız çok tertipli, biraz da başak titizliği var sizde, fakat aslanın havası da var, mum ışığı, dinlendirici müzikler, romantik bir ortam. Gülüyor adam! “Çok cimcime bu! sevimli ama, üstündeki şu pembe ayıcıklı pijamayla!” “sevgilim koç burcu” diyor “enerjisi çok yüksek, kontrol sorunu var!” sonra kız dalıyor derinlere. Yanan mumun alevine sabitliyor bakışlarını. Suskunluk… kız şimdi çok uzaklarda. sahilde… sahildeler… koç burcu sevgilisinin ardından bakıyor. Üç-beş kişi kıpkırmızı çin fenerlerini havaya salıyor, fener karanlıkta yana yana yükseliyor. Sahilde karanlığı aydınlatan fenerlerin ışığı… hava aydınlanıyor… günün ilk ışığı adamla kızın arasına düşüyor. Adam mumları üflüyor... 

Boyalı Kuş

Jerzy Kosinski Boyalı Kuş’ta bir kuşçudan bahseder kitabın bir yerinde, kuşçu biraz psikopat ve sadisttir, sevgilisi ortalıkta görünm...