Cumartesi, Mayıs 30, 2020

Yitirdiğimiz Yolu Yakalamak




Şu kahredici çaresizliğimiz son bulduğunda, düşmana ölümcül son darbe indirildiğinde, kahramanlarımızı bağrımıza basıp zafer taklarının üstünde gezdireceğimiz o tarihi gün geldiğinde, ardından bir süre sonra bellek çekilen acıları derinlere ötelediğinde, sıkıntılı günler çok uzakta kaldığında, yeryüzü yine güllük gülistanlık olmasa da biraz nefes almak mümkün olduğunda… (ah ne zaman, ah ne zaman?) Birileri bize diyecek ki, kaldığınız yerden, hikayenizi askıya aldığınız yerden devam edebilirsiniz artık, fakat koşullu bir geri dönüş olacak bu: (UNUTMAYACAKSINIZ!)

Unutmamalıyız da! Bazı öncüler balık hafızalı olduğumuzu, iyi olsun kötü olsun uyuyabilmenin, sıcak bir kap yemek yiyebilmenin hayat yerine sayıldığını, elde ne varsa onunla yetindiğimiz günleri unutacağımızı, yine zevk-i sefaya dalacağımızı söyleyecektir. Yersiz sözler değildir bunlar, dikkate alalım, şöyle bir tarihe bakarsak bir başkasının ne kadar unutkan olduğuna dair bir hikaye kolayca çıkar karşımıza. Bu bakımdan bazı öncüler ne söylese yeridir ya, madem iyi ya da kötü bir uyku, öyle ya da böyle bir sofra, siyah ya da beyaz, hayat yerine geçebiliyorsa ve kendimizi rüzgarın hırslı akışına bırakmadan yaşayabiliyorsak, neden geri dönüşümüz muhteşem ve bir o kadar da mütevazi olmasın. Neden mutluluk adalarına sıradanlığın denizlerinden varıldığı gün gibi aşikar ve akla uygunken bu basit gerçeği biz de kendimize kılavuz etmeyelim.

Elbette yeniden konuşmaya başlayacağımız, yeniden koşmaya başlayacağımız, beklemeye aldığımız ne varsa tekrar gündeme alacağımız ya da yepyeni bir bakışla öncekini değerlendireceğimiz günler gelecektir. Belki işler ilk başta olduğundan zor olacaktır, öyle ya çok uzun süren bir kabustan uyanmış olacağız – herkesin umudu bu- , yeniden başlamak, geride kalan zor günlerin etkisinden sıyrılmak bir süreye bağlı olsa da, geçtiğimiz yerlerdeki ayak izlerimizi günlerin ıslak solgunluğu silmiş olsa da, farketmez, hepimiz kaç yaşında olursak olalım o gençlik enerjisinin doymak bilmez iştahıyla sanki şu dünyaya yeni gelmiş gibi merakla ve şevkle üstümüze düşeni yapmaktan geri kalmayacağız. (Burda “Çok özledik, çok özledik!” sesleri…”)

Bu zor günler geçtiğinde dünyanın yine döndüğüne, hangi günde olduğumuza dair fikrimiz iyice pekiştiğinde her birimiz ayrı ayrı ama birbiriyle görünmez bağlarla bağlı hikayelerin yazıcısı olacağız. Belki kendi hikayemizin farkında olacağız hiç olmadığı kadar, belki yine kimilerimiz eskiden olduğu gibi “günleri gün” diye yaşamaktan başka bir düşüncede olmayacak, fakat bazılarımız bu zorlu süreçten sonra dünyanın aynı dünya olmadığına kesinlikle inanacak ve yaşadığı ne varsa onun, içtiği suyun, aldığı nefesin, yediği ekmeğin, zor günlerde yanında olanın ayırdına varacak ve kıymetini anlayacak. Her şey eskiden söylendiği gibi çok güzel olmayacak belki ama kesin olan şu hiçbir şey eskisi gibi olmayacak. Hayaller bile daha usturuplu olacak, hayal kurmak eskiden olduğu gibi yaşamanın bir ölçütü olmaktan çıkacak, hayal kurmanın sonsuz olduğu düşüncesi aşılacak, haddini bilmek ve hududu aşmamak önem kazanacak, mütevazi bir bakışla hayatı yaşamak öne çıkacak. Küçük şeylerden mutlu olacağımız bir sürece gireceğiz nihayet, dirseğini pencereye dayayıp dışarı seyretmenin, şehri, bisikletli çocukları, barış içinde dolaşan kuşları, kedileri, köpekleri görmenin keyfine varırken, zor günleri aklımıza getirip ne kadar özgür olduğumuzu bir kez daha anlayacağız. Geceleri şehrin ışıkları ışıl ışıl parlarken meydanları süsleyen havuzların akan sularında rengarenk dalgalanmalar olacak –gözlerinin içi gülen biri “ne kadar harika!” diyecek- bir ölümsüzlük dürtüsüyle milyonlarca kişi o sevinci ve neşeyi sonsuza taşımak umuduyla fotosuna dokunacak (klik, klik, klik sesleri burda…). Dört buçuk milyar yıldır dönmekte ve boşlukta asılı durmakta olan gezegenimizde envai çeşit nimetler yine insanların sevinciyle toplanacak, artacak ve dağılacak. Yaş almış olanlarımız kadim dünyanın eskiden olduğu gibi olduğu düşüncesinde ama temkinli ve mesafeli dururken gençliğin o atılgan ve iştahlı arzusuna daha hoşgörülü bakacak hayatın pamuk ipliğine bağlı olduğu gerçeği bir mıh gibi zihinlere yerleşmiş olduğundan. (burda yine “ah ne zaman, ah ne zaman” sesleri) Başı çeken birisi “sesimiz daha gür çıksın!” diyecek… 

Çarşamba, Mayıs 20, 2020

Gün Doğmadan


İşte herşey kıvamında! Ağaçsa ağaç, kuşsa kuş, kelebekse kelebek, pır pır eden yürekse yürek! Yeniden ele alabiliriz mevcut olan hamuru taze gelincik gibi kokan baharın hatırına. Kırk yıllık dostluğumuz var şunun şurasında, acı kahve içtik, dillendik, vatan dedik, ekmek dedik, gözümüzdeki hüzün az sonra sevince dönüştü. Bir yerlerden geçmiştik sabah sabah, sıcak ve taze kokusu geliyordu çöreğin, fırıncı mis gibi simitleri üst üste diziyordu, bir de tavşan kanı çay olsa şimdi diye düşündük, yüz yıllık kahve orda duruyordu hala, koşmaya başladık vakit varken yakalayacaktık. Beş yüz atlı falan gibiydik, belki de devrim yapmıştık kimsenin bilmediği. Teker teker olursa bir yekün çıkar da toplumsal olana bağlanırmış hülasa böyle söyledin ve devam ettin gözlerimin içine bakarak o hülyalı gözlerinle. Ah sen özgürlük!

Sordum “Anlamıyorum! İnsan kendini nasıl böyle yapar? Bu heyecan?”

Güldü… Ne kadar tatlıydı, o gamzeler, yaşam sevinci…

“Bırakacaksın Beşir!”, ara verdi, kesik kesik konuşuyordu zaten, “Siz, adem ve havvadan olanlar, herşeye çok anlam yüklüyorsunuz ve devamlı kafanızı karıştıracak şeyler icat ediyorsunuz?”

“Ne gibi mesela?” merak etmiştim, hangi icadımız kafa karıştırmıştı ki?

“herşey” dedi “sağlık, teknoloji, yemek, içmek, gezmek!” “resmen b.kunu çıkarıyosunuz! Kafanız bu nedenle hep karışık, bu nedenle bir türlü huzur bulamıyosunuz!”

Söyledikleri gerçekti ama hoşuma gitmedi. Kafamız karışık değildi bir kere, bu dünyanın nimetlerinden faydalanıyorduk hepsi bu. aklımdan geçenleri anladı, akıllıydı, görmüş geçirmişti bir kere, boşuna Glenda olmamıştı,  gülerek “hadi” dedi “fazla gevezelik etmeyelim tam kıvamında hava!”

“hah! Şöyle” diye düşündüm fakat demedim “hah! Böyle” dedim, üstünde fazla düşünmeye değmezdi hiçbir şeyin!
  
Sonra yeniden yola çıktık. Gün daha yeni başlamıştı. Bir parça daha ekleyecektik, ötekilerine, halkaları bir bir birleştirecektik, bütünün parçası olmak için içimizde çılgınca bir arzu vardı. Ait olacaktık. Birbirimize!... Evet… “Geç burdan!” dedi. Geçtik!... Geçtiğimiz her yerde o güzel kokuları duyduk, hani portakal nasıl kokar ve nasıl sulu suludur parmaklarımız, hani kabukları ateş üstünden nasıl da kendine özgü bir koku salar aldığımız havaya. İşte bu!... Bir de üstüne yazmak gelir bembeyaz bir sayfaya buram buram. Kulaklarımla kokluyordum havayı bir bir. Bir tür tazıydık kimbilir! Yeni bir sayfa açmıştık, içgüdülerimiz ayaklanmıştı, kendimizi kabul etmiştik, varsın dudak büksün elinde cetvel şehrin sınırlarında ölçü alanların başındaki amir. Kuşlar yine ötüyordu işte, önemli olan da buydu, canım kargalar, deli martılarım, özgür güvercinler, güzel kumrularım… el yordamıyla bir kör gibi ilerleyen seslere, kokulara, dokunuşlara duyumunu arttıran bir rüzgara dönmüştük. Hepsi daha başındaydı günün… geceden başlamıştı hazırlık. Gün doğmadan kelimeler, cümleler çekmecelerinden çıkmış, bir bir odaları gezmeye başlamış, bizi uykumuzda bulmuştu. Her gece böyle yapar bunlar biz uyurken dolaşırlar! Gelir ve okşarlar tenimizi… O kadar beceriklidir ki parmakları ve o kadar hızla geçerler ki bambaşka sahneye  anlayamayız! Fakat keyiflidir dokunmalar! Zaten şu alemde zevk almak istiyorsak dostum anlam aramamalı! Birdir bir!... Bu elzem ve o kadar da zaruri bir ihtiyaçtır. “Düşünmeden!” Böcek gibi!... Hepsi sabah oluyor bunların. Şehir uykudayken oluyor genellikle. Çoğunlukla rüya görülüyor. Benzer şeyler, Ben Beşir’ken, onun adı, Mülayim ya da Muhsin ya da Kara Davut iken ve ötekinin adı Helga farketmezken, ekmek, pide, elma, armut, ayak, bacak, otomobil, diploma, Eyfel kulesi, Galata köprüsünde balıkçılar, çok benzer şeyler görülüyor. Haberimiz olmuyor ötekinin ne gördüğünden, yanımızda yatandan bile haberimiz yok, oysa içimizde bir arzu, ah bir birdirbir oynasak, bir bir olsak! Bir olsak sonra! Ne güzel şeydir oyun oynamak! Hal böyleyken sıcak yataktan çıkıp elime geleni dikiyorum, dikiş iğnesi, iplik ve yüksük!...

Pazartesi, Mayıs 11, 2020

“Haritada Bir Nokta”*




Yaşarken bilse mutlu olurdu şüphesiz!... Muhtemelen belli etmezdi ama bana öyle geliyor, bir şeyden mutluluk duyduğunu gösteren insanlara benzemiyordu kolayca. Küçük şeylerden mutluluk duyardı ama, küçük şeylerdi aslında onu mutlu eden, büyük şeyler –her neyse?- değildi onu mutlu kılan. O zaman neden göstermezdi mutlu olduğunu? Belki de büyüsü kaçıyordu fazla sevinçli göründüğünde, sihir kayboluyordu, vakur ve ağırbaşlı gülümseyen bir kıvrımla karşılamak daha iyiydi, biz insanlar köpekler kadar mutluluğumuzu gösterme şansına sahip değildik, en azından bunu yüzde yüz gösteremezdik, bir de dalıp giden bir yanın varsa hiç... Dedim ya bilse mutlu olurdu onun aramızdan ayrıldığı son günü hatırladığım için. Hiç tanımadığı, hiç karşılaşmadığı, hakkında hiçbir şey bilmediği birinin kendi ölümünden 66 yıl sonra tam da, tarihte bugün son nefesini verdiği saatlerde sabaha karşı onu düşünüp bir şeyler yazması, bilse mutlu olurdu şüphesiz. Ama mutlu olduğunu göstermez de, “Eftalikus Kahvesi adlı öykümdeki gibi bir yazı heveslisi daha!” düşünürdü belki kimbilir. Lakin O böyle düşünse de ben yine sevgimden vazgeçmezdim. Öyle ya şu kahpe dünyada kaç kişi kaldı ki yanımda O ve onun gibi benimle  hasbihal eden. Böylesinden vazgeçilmez, üstelik başka da yolu yoksa insanlarla konuşmanın yeri de başka olur. Kuş olsam bilmediğim bir boşluğa öter dururum sabah akşam öyle değil mi ama?

11 Mayıs 1954 tarihinde aramızdan ayrılmıştı. 11 sayısı uğurludur, eşitlik, kadın ve erkeğe müsavi haklar, düzen, simetri, gökyüzüne yükselen iki sütun, sonuncusu mistik bir ilişkiyi aklıma düşürür, 11 sayısını severim. İyi gördüğüm, sevdiğim bir sayı bulduğum için o tarihte aramızdan ayrılmış olması bana manidar gelir, hem de biraz sevinirim, 5 Mayıs olsaydı diyecek söz bulamazdım belki. 11 sayısının başka bir yanı da aylardan birinde, geçen sene ilkbaharda 11 sayısı takvimde açılırken ben de seveceğim birine kalbimi, zihnimi açmıştım, iyi de olmuştu, önümde kapanan ve açılan pek çok yol sonrası beraber yürüyeceğimiz bir kapının önümüzde açılması iyi gelmişti. İsabet olmuş demek ki, “Bayan En Nihayet” olmalı diye düşünmem boşuna olmamış, şimdi içerde uyur ben bu satırları yazarken, kimbilir kaçıncı rüyasında. Madem yeri geldi, madem şahsi künyeme bir parça girdim, fazla değil, çünkü niyetim yine Eftalikus Kahvesi yazarına dönmek.



Beni doğuran bir de kadın var bütün insanlarda olduğu gibi. O da içerde yatar. Yaşamak için bana bağlı oluşu ona hem fazla gelir bir insana bağımlı olduğu için hem de o bir insanın kendi öz evladı oluşu teselli eder belki biraz da mutlu ediyordur düşündüğümde. belki bundan da fazlası mümkün değildir insan için, yani daha fazla mutluluk demek istiyorum, belki ancak bir tesellidir “mutluluk” diye bildiğimiz şey, azıcık, az olan, damakta tadını bırakan bir şeydir belki… İşte şu dünyanın bir ferdi, bu dünya klubünün bir üyesi, şu evrenin bir azası olmama vasıta olan annem içerde uyur şimdi. Sabah yokladım, baktım yine nefes alıyor, iyi, diye düşündüm, bugün de yaşıyor, insan bu yaşa gelirse, hayatı bu kadar pamuk ipliğine bağlı olursa, sanki bir gün uyuyup da uyanmayacakmış gibi geliyor. Annem iyidir hoştur, nerdeyse bütün hayatımız birlikte geçmiştir, arada şehir dışı, ülke dışı yolculuklarım, kendimi bulmak için sağa sola çıkışlarımı saymazsak beraberdik. pek de konuşkan olmayan, diline kısıtlama getiren ağır biriydi oysa babam, annem hep yalnızdı bu nedenle, bir de erken ayrıldı babam aramızdan, o nedenle yalnızlığı iyi bilir annem. Şimdi? Ben varım ama ne çare insan hep yalnızdır bu hayatta. Öyle olmasa günün bir saati kendisiyle konuşup durur mu sabaha kadar, saatlerce, tanıdık, tanımadık kişilerin adını tekrarlar durur mu, babamın adını da sesler bazen, “ Refik yorganı çekme! Hadi canım içeri gidelim artık!” Hayat uzun bir çekişme olmalı! Öyle kitapların yazdığı gibi tereyağdan kıl çeker gibi geçmez günler…

Eftalikus’a dönersek ki dönmek durumundayız asıl mevzumuz olduğundan, kahve ya da ben bildiğim zamanlarda birahaneydi, Taksim meydanına hakim bir mevkide, gayet güzel bir manzarayı içine alan, dünyanın merkezinde hissi veren, dillerin, renklerin, kokuların birbirine karıştığı bir noktadır haritada. Ben burayı bildiğimde on sekiz yaşında olmalıydım, yakın oluşu sık sık beni bu müstahkem mevkinin manzarasına çeker dururdu. O’nu, 11 Mayıs 1954 günü 48 yaşında bu dünyadan ayrılan Sait Faik Abasıyanık’ı, evet, bu manzara çekmiş olmalıydı. Bu tüm dünyanın, tüm bilimlerin, tüm maceraların, pek çok hikayenin, çeşit çeşit bakışların, türlü türlü huyların gelip geçtiği bu nokta, bu kıtalararası kavşak Sait’i de, tilmizlerini ve çevresini ve edebiyatçıları da ayrıca çekmiş. Mesela Salah Birsel, Sait gibi Küçük Parmakkapı sokakta bir pansiyon odası tutup Beyoğlu denilen dünyanın sabahlarına uyanmanın nasıl bir şey olduğunu ilk elden tecrübe etmek isteyen, iple çekerdi Eftalikus kahvesinde Sait’le buluşacağı anı. Bana öyle geliyor ki Sait Faik şu edebiyat aleminde insanları bir mıknatıs gibi kendine çeken, teklifsiz fakat ancak kendisine yaklaşabilecek kadar içten ve samimi olana karşı en teklifsiz bir kendi şahsına münhasır bir kişiliktir, kendi tabiriyle “yazıcı” bir insandır. Ben de bir şekilde bu çekime kendine bırakmış biriysem memnunum ne diyeyim daha fazla. Biz insanların bir şekilde birisine, bir şeye karşı yakınlık duymasında, yaklaşmasında şüphesiz ki güzellik var.



Bu sabah güne başlarken Havada Bulut’u kaldığım yerden açtım. Daha açılmamıştım bile, belki hatırlamadığım bir rüyadaydım hala, gözlerim kısık, kalbimde yeni bir güne başlamanın çarpıntısı, gayri ihtiyari bir alışkanlıkla bir kitaba uzanıp günün ilk anında sayfaları açıp dünyanın beni gördüğü yerden uzaklaştırma arzusu, sayfaların içinde eriyip gitme isteği, bunların hepsi ya da daha fazlası ya da daha azı, bir şekilde okumaya başladım. Henüz yüzümü yıkamış, henüz klozete oturmuştum. Bu süreç genellikle iyi işliyordu. Sabahın erken saatlerinde sindirim sistemiyle, sinir sistemi arasında bir ilişki başlıyordu, beyin de sindirime, sinirlere başlık ediyordu bir maestro gibi, sanırım sindirim sistemi iyi çalışıyorsa beyin de iyi çalışıyordu ya da beyin iyi çalışırsa sindirim sistemi tıkır tıkır yağ gibi kayıp gidiyordu. bu da bir haz olmalı, Allah hiçbir şeyden geri koymasın, insan pek çok ayrıntıdan mürekkep kompleks bir makinaya benzer, en küçük bir aksamı aksayınca sıkıntı verir, tekler düzeneği, dişlisi. Neyse elimde kitap “Havada Bulut” belki de bir tür roman, bir sayfasındayım, hikayede geçen köpek, anlatıcı meğerse köpeği konuşturmaya başlamış. Köpek konuşur mu? Konuşur, eğer yazıysa, herşeyi konuşabilir; ağaçları, dağları, nehirleri, vapurları, martıları, herşeyi dillendirmek mümkün, elbette bir vasıta hepsi, maksat yazıyorsak açılmak, ne var ne yoksa eline geçen onlardan mürekkep bir cisim vücuda getirmek, bir madde, elle tutulur bir şey, soyut olandan somut olana ama dış gerçekliğin ötesinde bir iç gerçeklikle, bir tür dış dünyanın senin sahana düşen projeksiyonuyla bir tür küçük dünya maketi kurabilmek. Övünecek bir yanı yok, öyle sanılmak istemem, bana bir iş gibi görünse de, bu bir ekip işi sonuçta ve her ekipte olduğu gibi bir de geçmişi var; bir evveliyatı, bir tarihçesi, o tarihe mal olmuş olanları var, o tarihi ne kadar okursan, o yönteme, o zenaata biraz olsun yaklaşmak mümkün olabilir, yani biraz da “alet işler el övünür”. Yazı yazma işinde “yapboz” ve “sabır” sanırım işin püf noktası. Şimdi öyle bir noktadayız ki, dünya öyle bir yere geldi ki şimdi, belirsiz bir süre için dış dünyanın gerçeği her zamankinden daha ağır, daha ezici, daha hırpalayıcı, nasıl korunmalı? Ne yapmalı? Herkes kendi yolunu arasa da, işte benimki de burda yaptığım gibi sabah kalkıp güne bir kitapla, bir cümleyle, bir kelimeyle, konuşan bir köpekle başlamak, köpek konuşur mu? Konuşur diye düşününce ortaya şöyle bir şey çıktı klozette kaşla göz arasında :



“Nasılsın, iyimisin ne var ne yok?” diyen bir karakterin aslında hikayede geçen bir köpek olduğunu söyleyebilir yazıcı. İyi de köpek konuşur mu? Konuşmaz, bugüne kadar dilimizi konuşana rastlanmamıştır; duvar da konuşmaz öte yandan ama yazıcının biri duvarı konuşturmuştu bir hikayesinde, duvarla konuşan bir anlatıcıyı anlatmıştı yazıcı. Adam hücresinde bir süre sonra duvarla konuşa konuşa duvarın da konuştuğunu anlamış, duvarı duvar olmaktan çıkarıp ete kemiğe büründürmüştü. Hikaye bu ya! ama yazmak böyle bir şey de olabilir. Satırlar içinde duvara bir ad verebilir yazıcı anlatıcı. Duvar bir hücrenin duvarıdır. Adam sabah akşam onunla konuşmaktan kaçınmaz, ne kadar yakınında olursa olsun ondan sıkılmaz, tek seçeneği olduğu için ona ihtiyacı olduğunu bildiği için, hayatta kalmasının sadece duvarla konuşmasına, duvarı konuşturmasına bağlı olduğunu bildiği için onu kendinden bir parça sayar, artık duvar mimari bir parçanın, hepimizin hayatını çevreleyen bir duvardan ötedir, çünkü duvar düşünmektedir. Adamın duvarı deniz tarafına baktığından, ona “DenMen” adını verir. Bir şeyin adı koyulursa belirsizlik ortadan kalkar. Duvar konuşur! E, burda duvarı konuşturmuşsa bir yazıcı, köpeği de konuşturmak haydi haydi mümkün. Bunda fevkalade bir durum yok, üstelik sahici bir taraf var, bir kere bir köpeğin gözü var, duyuları aracılığıyla edindiği bir dünya bilgisi var, her köpeğin her anı kayıt altına alabilmesi var, köpekçe belki ama sizi tanır, yerini bilir, yattığı yerden haberdar, neden kuyruk sallaması gerektiğini neden havlaması gerektiğini bilir, şimdi böyle bir canlı neden bir vasıta olarak bambaşka dünyaların özlemini çeken, ihtiyacını duyan, yaşadığımız dünya gerçekliğinden bizi alıp da masalsı atmosferine bizi taşımasın. Köpeğin bir beyni de var üstelik, bizim hikayemizde o bize “Ne var ne yok?” diyebilir, sonra dilini çıkarıp o upuzun güzel pespembe kesik kesik nefes alabilir, sizi gördüğünde mutlu olabilir, bu da sizden bir şey beklediğine delildir. Bu iyi işte! Biri sizden bir şey beklesin bu yaşadığınızı gösterir dahası sizin de kendinizden bir şey beklediğinizi. Biz şimdi suale cevap verelim ne demişti köpek “Nasılsın, iyi misin?” dünyanın üstümüze üstümüze geldiği, gelebildiği anlardan kaçabildiğimiz için biz de kolayca “iyidir be canımın içi, iç güveysiden hallice yaşayıp gidiyoruz, bugüne şükürler ola!” diyebiliriz. Ben köpeği insan yerine koydum ya bir başka mutlu oldu! Ben de mutlu oldum! Bu da az şey değil hani! İşte bu kadar!...”



Nerden nereye! Bir sabah kalk böyle yaz, buraya kadar bin beş yüz kelimeyi sıraya diz, dizdiğini eksilt başkasını ekle, çıkar, yapboz oyna, nerden çıktı bütün bunlar? Yazmasam ne olacaktı? Unutacaktım yazmasam orası kesin. Neyi unutacaktım? Köpek aklımdan çıkıp gidecekti, annemi, sevgilimi, anne ve sevgili diye bilecektim, ağaca ağaç diye bakacaktım, bir duvar bir duvar olmaktan öte bir şey ifade etmeyecekti, unutacaktım hepsini. Yazmasaydım unutacaktım. Geceden aklıma düşeni rüyamda görecektim belki, ama kalkınca aklıma gelmeyecekti – hatırlamam rüyaları- ama soracaktım neydi? diye. “Neydi o yarım saat boyunca düşündüğüm ilmek ilmek dün gece? Gece yatmadan Sait’i düşündüğümü bilecektim sadece, tarihte bugüne, 11 Mayıs’a az kaldığını bilecektim, bir şeyler yazmanın çeken bir yanı olacaktı, fakat yazmasam, düşünmesem, satır aralarına bakmasam Sait de Sait olmayacaktı, herkesten bir Sait olacaktı hiç şüphesiz, oysa Sait öyle herkesten değil, Sait orda oturan bir Sait, Eftalikus’da oturan, meydana bakan, o anıtlı meydana bakan, soluna Maksem’i almazsa içi rahat etmeyen, eğer Maksem’i sol yanına alan biri masayı işgal etmişse, tetik kesilen, masanın boşalacağı anı gözleyen bir Sait. Ben masanın boşalacağı anı gözleyen bir Sait’i yazacağım. Sonra bir de onun gözleriyle bakacağım hayata, ne rengi ne biçimiyle, sadece içiyle göreceğim. Bu hayat dışardaki gerçek denilen hayattan başka olacak, bizi buluşturan, buluşturacak olan da bu. Hava hoş bence, bir sakıncası yok, faydası var aksine, bize göre böyle!... Herkesin bir yolu var, yolda olanın açık olsun…

Hamiş : Bir şey çıksın ya da çıkmasın bazen gönül hatırına 40’larda yazarların kitap kapaklarını resimleyen ressam Agop Arad. “Kardeşim Sait” diyebilirdi Sait’e ve Sait’e Sait demek zor değildi hiç tanımayan için bile teklifsiz olabilme sınırını aşabilirse. 1954 yılı Mayıs’ın ilk haftası Sait Beyoğlu’nda sergideydi, karma bir sergiydi, güzel ve acılı bakan Agop Arad dahil tanıdığı ressamlar vardı sergide, Sait resimlere hiç ölmeyecekmiş gibi bakıyordu. Fakat!... 10 Mayıs’da hastaneye kaldırıldı. 66 yıl önce bugünün tarihiyle 11 Mayıs’ta sabaha karşı erken vakitlerde hayata gözlerini yumdu. Belki de hissetmişti, Son Kuşlar’da, öykünün bir yerinde ciğerlerinden rahatsızlığı, tatsızlığı, sinirlerini satır aralarına almıştı, kara elçinin soğuk nefesini duymuş olmalıydı. Türk öyküsüne bambaşka bir soluk getiren, yepyeni bir kapı açan Sait faik Abasıyanık’ı o denli yakın buldu ki okuyucu, senli benli olması pek de zor olmadı, teklifsizliği seven biri olarak ona “Hey koca Sait!” diye seslenebilirse biri keyif alırdı duysa 66 yıl sonra. Kimin hoşuna gitmez ki yüz on dört yıl sonra adının söylenmesi saygıyla? Allah rahmet eylesin!...

*Sait Faik Abasıyanık’ın son kitaplarından Son Kuşlar’da (1952) bir öykü. Öyküyü, kendine söz verdiğinden, yazı bile yazmayacağından, yazı yazmanın hırstan başka bir şey olmadığından, namuslu, işinde gücünde insanlar arasında hırsa kapılmadan, sakin, ölümü bekleyeceğinden, fakat sonra vazgeçip bunu yapamayacağından, koşup tütüncüden bir kalem aldığından, çakıyla yontup ucunu öptüğünden söz ederek sonlandırır. Bir de dillere pelesenk olmuş, edebiyata bir şekilde bulaşmış edebiyat severin kayıtsız kalamadığı, dikkat çekici o son cümleyle “yazmasam deli olacaktım.” Gerçekten yazmasak deli olur muyduk acaba?

Perşembe, Mayıs 07, 2020

Nerdeyse Yeni


Sessiz, sakin gitmişti komşum, bir daha görmedim. Evlerinden arada tıkırtı geliyor, sormaya cesaret edemiyorum, ellilerde, hatta altmışlarda bütün hikayeyi bilmek mümkün olurdu. Çok, çok bulutlar üstündedir şimdi, diye düşünüyorum, acısız olması hepimizin dileği. Herşey unutuluyor öte yandan. Bizim için de öyle oldu, ikimiz de nerdeyse unuttuk uzaylıların gelip de adamı götürdükleri günü. Çocukluk günlerimizden beri başka gezegenlerde yaşayanların neye benzediğini merak eder dururduk, sen de merak etmiştin, anlamış olduk, soğuk ve gizemliler, antenleri de yok. Mahzendeki erzak uzun zaman idare edecek gibi, zaten daha az hareket ettiğimiz için daha az yiyoruz, bir ay önce arka bahçeye ektiğimiz yeşillikler soframızın baş tacı oldu, bu nedenle zinde kalmayı başarıyoruz. Şehrin bu bölümüne giriş-çıkış yasaklanalı iki hafta oluyor, bu nedenle sokaklar sessiz hatta ıssız. Yirmi hanenin hepsi sebzesini, yeşilliğini ektiğinden bir nebze olsun yiyecek işi sorun olmaktan çıkıyor daha olmadı tedarikçi yardımcı oluyor. Daha önceleri senin bu kadar güzel yemek yaptığını bilmiyordum, daha doğrusu yeni farkettim, bu süreç bazı şeyleri farketmeme neden oldu. İşte, herşey bir şeye vesile, böyle kapanınca insanın kendiyle kurduğu ilişki derinleşiyor doğal olarak. Sen de varsın ama ne kadar sen olsan da birlikte aldığımız heyecan ve keyif ancak mevcut olduğu kadar, hiç de fena değil elimizde olan, şu dünyada son kalan iki kişiyiz belki de, sen kadın, ben erkek, ilk insanlar değiliz, son insanlarız, senin adın Havva değil, benim de Adem ve bize yasaklanan bir elma da yok.

Sana baktığımda gördüğüm şey insanlık macerasının bunca yıllık gelişimi; kaşların, gözlerin, elmacık kemiklerin, o minik burnun, biçimli dudakların, gün içinde ara ara yüzüne bakmayı seviyorum, durup, ellerimin arasına alıp, onu okumayı. Belki değil kesinlikle en derin kitabımsın benim. Seni okudukça daha yepyeni bir bilgiyle karşılaşıyorum, o zaman daha ileri gitmek arzusu kaplıyor içimi, bazen kendimi bırakıyorum. Dün “Ne kadar zamanımız kaldı?” diye sorduğunda gözlerindeki hüznü gördüm, yaşamak güzel şey arkadaş, demişlerdi daha önce, yıllarca yaşamanın ne kadar güzel şey olduğunu duymuş ve inanmıştık, ben de sana öyle cevap verdim “yaşamak güzel şey sevgilim! Sen hiç merak etme!”, oysa ben de korkuyordum. Uzaylılar yakınlardaydı yine. Dün gece hızla sokaktan geçtiler. Onlar geçtiğinde yağmur yağıyordu.


Şimdi yine yağıyor arada gök de gürlüyor. Gece başlarken önce bir yere bomba atıldı zannettim. İlk aklıma gelen şey “sonunda oldu işte geldiler!”, hava ne kadar gerginse biz de o kadar gerginiz, bu da bazı arayışlara neden oluyor. Son üç gündür eski-yeni komedi filmleri seyrederken iyi vakit geçiyor. Yenilerden bir tanesinde filmin en dramatik ve duygusal sahnesinde gülmekten katıldık, deyim yerindeyse altımıza işedik! Başta ikimizin de gözleri yaşarmıştı, belki tek başımıza olsak ağlardık da, ağlamadık ama o kadar güldük ki gözlerimizden yaşlar sicim gibi aktı, sonuçta ağlamış olduk, hızla dramatik olandan absürt komediye geçtik. Rahatladık ama ne yalan söylemeli, ihtiyacımız varmış boşalmaya, burda bütün dünyayla bağlantımız kesik olduğundan, yeryüzünde diğerlerinin ne durumda olduğunu bilemiyoruz.  



Muhtemelen herkes kendine göre rahatlama yöntemleri bulmuştur. Doğal olan elbette daha makbul. Birkaç gün önce çok şaşırttın beni. Arada resim yapıyordun, “hadi modellik yap bana!” dedin “nasıl?” diye sordum, “gösteririm sana!” diyerek üstümde ne var ne yok çıkardın hızla, bir anda çırılçıplak kaldım, önce üşürüm zannettim fakat gözlerinden yayılan sıcaklıkla terledim hatta, ellerin boyalıydı ve arada bana dokunuyordun fırçanı bırakıp, hem tuvali hem de tenimi boyuyordun parmaklarınla. Sonra fırçayı tamamen bıraktın ellerini, parmaklarını kullanmaya başladın, çok yetenekliydin, hünerliydin, Tanrının iyi kuluydun ve sana cömert davranılmıştı. Bir saat sonunda vücudum tamamen boyanmıştı. Fakat bazı noktalara dokunmamıştın. Ben böyle bırakacağını zannediyordum. Yanılmışım. Çok heyecanlanmıştım. Vücudum karşılık vermişti duygularıma. “Birazdan bitecek!” dedim ve geri kalan üstünde çalışmaya başladın, önce parmaklarını kullandın. “dur!” dediğimi hatırlıyorum sadece, “dur! Kimyasal bir etkilenme olabilir!” sonuçta daha önce yaptığım bir şey değildi, ama gözlerindeki vahşi ifade aklımı baştan almış, beynin iktidarını devre dışı bırakmıştı. Aslında durmanı istemiyordum elbette. Birazdan resmi biterecektik az kalmıştı. Yavaş yavaş usul usul yaklaşıyorduk sona. O kadar uyum içindeydik ki, sanki yeni bir dünya keşfediyorduk birlikte daha önce hiç girmediğimiz. her şey beyinde başlıyor beyinde bitiyordu, beyin ne güzel bir organdı Tanrım, sen ne güzel şeyler yaratmıştın böyle, biz senin bu güzelim nimetlerinin değerini ne kadar az biliyorduk elimizdeyken. İkimiz de hem fikir olmuştuk sonunda. “İşte bu kadar! Gördün mü ne kolay oldu?” Sonuç ikimizi de tatmin etmişti. Güzel bir resim olmuştu. Sıcak tonlar, geçişler, boya lekelerinin dengesi, aralardan fırlayan naif ve kırık çizgilerin dağılımı, dansı. Çıplak resim yapmak iyi fikirmiş meğerse!   

Boyalı Kuş

Jerzy Kosinski Boyalı Kuş’ta bir kuşçudan bahseder kitabın bir yerinde, kuşçu biraz psikopat ve sadisttir, sevgilisi ortalıkta görünm...