
Yaşarken bilse mutlu olurdu şüphesiz!... Muhtemelen belli etmezdi ama bana
öyle geliyor, bir şeyden mutluluk duyduğunu gösteren insanlara benzemiyordu
kolayca. Küçük şeylerden mutluluk duyardı ama, küçük şeylerdi aslında onu mutlu
eden, büyük şeyler –her neyse?- değildi onu mutlu kılan. O zaman neden
göstermezdi mutlu olduğunu? Belki de büyüsü kaçıyordu fazla sevinçli göründüğünde,
sihir kayboluyordu, vakur ve ağırbaşlı gülümseyen bir kıvrımla karşılamak daha
iyiydi, biz insanlar köpekler kadar mutluluğumuzu gösterme şansına sahip
değildik, en azından bunu yüzde yüz gösteremezdik, bir de dalıp giden bir yanın
varsa hiç... Dedim ya bilse mutlu olurdu onun aramızdan ayrıldığı son günü
hatırladığım için. Hiç tanımadığı, hiç karşılaşmadığı, hakkında hiçbir şey
bilmediği birinin kendi ölümünden 66 yıl sonra tam da, tarihte bugün son
nefesini verdiği saatlerde sabaha karşı onu düşünüp bir şeyler yazması, bilse
mutlu olurdu şüphesiz. Ama mutlu olduğunu göstermez de, “Eftalikus Kahvesi adlı
öykümdeki gibi bir yazı heveslisi daha!” düşünürdü belki kimbilir. Lakin O
böyle düşünse de ben yine sevgimden vazgeçmezdim. Öyle ya şu kahpe dünyada kaç
kişi kaldı ki yanımda O ve onun gibi benimle hasbihal eden. Böylesinden vazgeçilmez, üstelik
başka da yolu yoksa insanlarla konuşmanın yeri de başka olur. Kuş olsam
bilmediğim bir boşluğa öter dururum sabah akşam öyle değil mi ama?
11 Mayıs 1954 tarihinde aramızdan ayrılmıştı. 11 sayısı uğurludur, eşitlik,
kadın ve erkeğe müsavi haklar, düzen, simetri, gökyüzüne yükselen iki sütun,
sonuncusu mistik bir ilişkiyi aklıma düşürür, 11 sayısını severim. İyi
gördüğüm, sevdiğim bir sayı bulduğum için o tarihte aramızdan ayrılmış olması
bana manidar gelir, hem de biraz sevinirim, 5 Mayıs olsaydı diyecek söz
bulamazdım belki. 11 sayısının başka bir yanı da aylardan birinde, geçen sene
ilkbaharda 11 sayısı takvimde açılırken ben de seveceğim birine kalbimi, zihnimi
açmıştım, iyi de olmuştu, önümde kapanan ve açılan pek çok yol sonrası beraber
yürüyeceğimiz bir kapının önümüzde açılması iyi gelmişti. İsabet olmuş demek ki,
“Bayan En Nihayet” olmalı diye düşünmem boşuna olmamış, şimdi içerde uyur ben
bu satırları yazarken, kimbilir kaçıncı rüyasında. Madem yeri geldi, madem
şahsi künyeme bir parça girdim, fazla değil, çünkü niyetim yine Eftalikus
Kahvesi yazarına dönmek.

Beni doğuran bir de kadın var bütün insanlarda olduğu gibi. O da içerde
yatar. Yaşamak için bana bağlı oluşu ona hem fazla gelir bir insana bağımlı
olduğu için hem de o bir insanın kendi öz evladı oluşu teselli eder belki biraz
da mutlu ediyordur düşündüğümde. belki bundan da fazlası mümkün değildir insan
için, yani daha fazla mutluluk demek istiyorum, belki ancak bir tesellidir
“mutluluk” diye bildiğimiz şey, azıcık, az olan, damakta tadını bırakan bir
şeydir belki… İşte şu dünyanın bir ferdi, bu dünya klubünün bir üyesi, şu
evrenin bir azası olmama vasıta olan annem içerde uyur şimdi. Sabah yokladım,
baktım yine nefes alıyor, iyi, diye düşündüm, bugün de yaşıyor, insan bu yaşa
gelirse, hayatı bu kadar pamuk ipliğine bağlı olursa, sanki bir gün uyuyup da
uyanmayacakmış gibi geliyor. Annem iyidir hoştur, nerdeyse bütün hayatımız
birlikte geçmiştir, arada şehir dışı, ülke dışı yolculuklarım, kendimi bulmak
için sağa sola çıkışlarımı saymazsak beraberdik. pek de konuşkan olmayan,
diline kısıtlama getiren ağır biriydi oysa babam, annem hep yalnızdı bu
nedenle, bir de erken ayrıldı babam aramızdan, o nedenle yalnızlığı iyi bilir
annem. Şimdi? Ben varım ama ne çare insan hep yalnızdır bu hayatta. Öyle olmasa
günün bir saati kendisiyle konuşup durur mu sabaha kadar, saatlerce, tanıdık,
tanımadık kişilerin adını tekrarlar durur mu, babamın adını da sesler bazen,
“ Refik yorganı çekme! Hadi canım içeri gidelim artık!” Hayat uzun bir çekişme
olmalı! Öyle kitapların yazdığı gibi tereyağdan kıl çeker gibi geçmez günler…
Eftalikus’a dönersek ki dönmek durumundayız asıl mevzumuz olduğundan, kahve
ya da ben bildiğim zamanlarda birahaneydi, Taksim meydanına hakim bir mevkide,
gayet güzel bir manzarayı içine alan, dünyanın merkezinde hissi veren,
dillerin, renklerin, kokuların birbirine karıştığı bir noktadır haritada. Ben
burayı bildiğimde on sekiz yaşında olmalıydım, yakın oluşu sık sık beni bu
müstahkem mevkinin manzarasına çeker dururdu. O’nu, 11 Mayıs 1954 günü 48
yaşında bu dünyadan ayrılan Sait Faik Abasıyanık’ı, evet, bu manzara çekmiş
olmalıydı. Bu tüm dünyanın, tüm bilimlerin, tüm maceraların, pek çok hikayenin,
çeşit çeşit bakışların, türlü türlü huyların gelip geçtiği bu nokta, bu kıtalararası
kavşak Sait’i de, tilmizlerini ve çevresini ve edebiyatçıları da ayrıca çekmiş.
Mesela Salah Birsel, Sait gibi Küçük Parmakkapı sokakta bir pansiyon odası
tutup Beyoğlu denilen dünyanın sabahlarına uyanmanın nasıl bir şey olduğunu ilk
elden tecrübe etmek isteyen, iple çekerdi Eftalikus kahvesinde Sait’le
buluşacağı anı. Bana öyle geliyor ki Sait Faik şu edebiyat aleminde insanları
bir mıknatıs gibi kendine çeken, teklifsiz fakat ancak kendisine yaklaşabilecek
kadar içten ve samimi olana karşı en teklifsiz bir kendi şahsına münhasır bir
kişiliktir, kendi tabiriyle “yazıcı” bir insandır. Ben de bir şekilde bu çekime
kendine bırakmış biriysem memnunum ne diyeyim daha fazla. Biz insanların bir
şekilde birisine, bir şeye karşı yakınlık duymasında, yaklaşmasında şüphesiz ki
güzellik var.

Bu sabah güne başlarken Havada Bulut’u kaldığım yerden açtım. Daha
açılmamıştım bile, belki hatırlamadığım bir rüyadaydım hala, gözlerim kısık,
kalbimde yeni bir güne başlamanın çarpıntısı, gayri ihtiyari bir alışkanlıkla bir
kitaba uzanıp günün ilk anında sayfaları açıp dünyanın beni gördüğü yerden
uzaklaştırma arzusu, sayfaların içinde eriyip gitme isteği, bunların hepsi ya
da daha fazlası ya da daha azı, bir şekilde okumaya başladım. Henüz yüzümü
yıkamış, henüz klozete oturmuştum. Bu süreç genellikle iyi işliyordu. Sabahın
erken saatlerinde sindirim sistemiyle, sinir sistemi arasında bir ilişki
başlıyordu, beyin de sindirime, sinirlere başlık ediyordu bir maestro gibi,
sanırım sindirim sistemi iyi çalışıyorsa beyin de iyi çalışıyordu ya da beyin
iyi çalışırsa sindirim sistemi tıkır tıkır yağ gibi kayıp gidiyordu. bu da bir
haz olmalı, Allah hiçbir şeyden geri koymasın, insan pek çok ayrıntıdan
mürekkep kompleks bir makinaya benzer, en küçük bir aksamı aksayınca sıkıntı
verir, tekler düzeneği, dişlisi. Neyse elimde kitap “Havada Bulut” belki de bir
tür roman, bir sayfasındayım, hikayede geçen köpek, anlatıcı meğerse köpeği
konuşturmaya başlamış. Köpek konuşur mu? Konuşur, eğer yazıysa, herşeyi
konuşabilir; ağaçları, dağları, nehirleri, vapurları, martıları, herşeyi
dillendirmek mümkün, elbette bir vasıta hepsi, maksat yazıyorsak açılmak, ne
var ne yoksa eline geçen onlardan mürekkep bir cisim vücuda getirmek, bir
madde, elle tutulur bir şey, soyut olandan somut olana ama dış gerçekliğin
ötesinde bir iç gerçeklikle, bir tür dış dünyanın senin sahana düşen
projeksiyonuyla bir tür küçük dünya maketi kurabilmek. Övünecek bir yanı yok,
öyle sanılmak istemem, bana bir iş gibi görünse de, bu bir ekip işi sonuçta ve
her ekipte olduğu gibi bir de geçmişi var; bir evveliyatı, bir tarihçesi, o
tarihe mal olmuş olanları var, o tarihi ne kadar okursan, o yönteme, o zenaata
biraz olsun yaklaşmak mümkün olabilir, yani biraz da “alet işler el övünür”. Yazı
yazma işinde “yapboz” ve “sabır” sanırım işin püf noktası. Şimdi öyle bir
noktadayız ki, dünya öyle bir yere geldi ki şimdi, belirsiz bir süre için dış
dünyanın gerçeği her zamankinden daha ağır, daha ezici, daha hırpalayıcı, nasıl
korunmalı? Ne yapmalı? Herkes kendi yolunu arasa da, işte benimki de burda
yaptığım gibi sabah kalkıp güne bir kitapla, bir cümleyle, bir kelimeyle,
konuşan bir köpekle başlamak, köpek konuşur mu? Konuşur diye düşününce ortaya
şöyle bir şey çıktı klozette kaşla göz arasında :

“Nasılsın, iyimisin ne var ne yok?” diyen bir karakterin aslında hikayede
geçen bir köpek olduğunu söyleyebilir yazıcı. İyi de köpek konuşur mu?
Konuşmaz, bugüne kadar dilimizi konuşana rastlanmamıştır; duvar da konuşmaz öte
yandan ama yazıcının biri duvarı konuşturmuştu bir hikayesinde, duvarla konuşan
bir anlatıcıyı anlatmıştı yazıcı. Adam hücresinde bir süre sonra duvarla konuşa
konuşa duvarın da konuştuğunu anlamış, duvarı duvar olmaktan çıkarıp ete kemiğe
büründürmüştü. Hikaye bu ya! ama yazmak böyle bir şey de olabilir. Satırlar
içinde duvara bir ad verebilir yazıcı anlatıcı. Duvar bir hücrenin duvarıdır.
Adam sabah akşam onunla konuşmaktan kaçınmaz, ne kadar yakınında olursa olsun ondan
sıkılmaz, tek seçeneği olduğu için ona ihtiyacı olduğunu bildiği için, hayatta
kalmasının sadece duvarla konuşmasına, duvarı konuşturmasına bağlı olduğunu
bildiği için onu kendinden bir parça sayar, artık duvar mimari bir parçanın,
hepimizin hayatını çevreleyen bir duvardan ötedir, çünkü duvar düşünmektedir. Adamın
duvarı deniz tarafına baktığından, ona “DenMen” adını verir. Bir şeyin adı
koyulursa belirsizlik ortadan kalkar. Duvar konuşur! E, burda duvarı
konuşturmuşsa bir yazıcı, köpeği de konuşturmak haydi haydi mümkün. Bunda
fevkalade bir durum yok, üstelik sahici bir taraf var, bir kere bir köpeğin
gözü var, duyuları aracılığıyla edindiği bir dünya bilgisi var, her köpeğin her
anı kayıt altına alabilmesi var, köpekçe belki ama sizi tanır, yerini bilir,
yattığı yerden haberdar, neden kuyruk sallaması gerektiğini neden havlaması
gerektiğini bilir, şimdi böyle bir canlı neden bir vasıta olarak bambaşka
dünyaların özlemini çeken, ihtiyacını duyan, yaşadığımız dünya gerçekliğinden
bizi alıp da masalsı atmosferine bizi taşımasın. Köpeğin bir beyni de var
üstelik, bizim hikayemizde o bize “Ne var ne yok?” diyebilir, sonra dilini
çıkarıp o upuzun güzel pespembe kesik kesik nefes alabilir, sizi gördüğünde
mutlu olabilir, bu da sizden bir şey beklediğine delildir. Bu iyi işte! Biri
sizden bir şey beklesin bu yaşadığınızı gösterir dahası sizin de kendinizden
bir şey beklediğinizi. Biz şimdi suale cevap verelim ne demişti köpek “Nasılsın,
iyi misin?” dünyanın üstümüze üstümüze geldiği, gelebildiği anlardan
kaçabildiğimiz için biz de kolayca “iyidir be canımın içi, iç güveysiden
hallice yaşayıp gidiyoruz, bugüne şükürler ola!” diyebiliriz. Ben köpeği insan
yerine koydum ya bir başka mutlu oldu! Ben de mutlu oldum! Bu da az şey değil
hani! İşte bu kadar!...”

Nerden nereye! Bir sabah kalk böyle yaz, buraya kadar bin beş yüz kelimeyi
sıraya diz, dizdiğini eksilt başkasını ekle, çıkar, yapboz oyna, nerden çıktı
bütün bunlar? Yazmasam ne olacaktı? Unutacaktım yazmasam orası kesin. Neyi
unutacaktım? Köpek aklımdan çıkıp gidecekti, annemi, sevgilimi, anne ve sevgili
diye bilecektim, ağaca ağaç diye bakacaktım, bir duvar bir duvar olmaktan öte
bir şey ifade etmeyecekti, unutacaktım hepsini. Yazmasaydım unutacaktım.
Geceden aklıma düşeni rüyamda görecektim belki, ama kalkınca aklıma
gelmeyecekti – hatırlamam rüyaları- ama soracaktım neydi? diye. “Neydi o yarım
saat boyunca düşündüğüm ilmek ilmek dün gece? Gece yatmadan Sait’i düşündüğümü
bilecektim sadece, tarihte bugüne, 11 Mayıs’a az kaldığını bilecektim, bir
şeyler yazmanın çeken bir yanı olacaktı, fakat yazmasam, düşünmesem, satır
aralarına bakmasam Sait de Sait olmayacaktı, herkesten bir Sait olacaktı hiç
şüphesiz, oysa Sait öyle herkesten değil, Sait orda oturan bir Sait,
Eftalikus’da oturan, meydana bakan, o anıtlı meydana bakan, soluna Maksem’i
almazsa içi rahat etmeyen, eğer Maksem’i sol yanına alan biri masayı işgal
etmişse, tetik kesilen, masanın boşalacağı anı gözleyen bir Sait. Ben masanın
boşalacağı anı gözleyen bir Sait’i yazacağım. Sonra bir de onun gözleriyle
bakacağım hayata, ne rengi ne biçimiyle, sadece içiyle göreceğim. Bu hayat
dışardaki gerçek denilen hayattan başka olacak, bizi buluşturan, buluşturacak
olan da bu. Hava hoş bence, bir sakıncası yok, faydası var aksine, bize göre
böyle!... Herkesin bir yolu var, yolda olanın açık olsun…
Hamiş : Bir şey çıksın ya da çıkmasın bazen gönül hatırına 40’larda
yazarların kitap kapaklarını resimleyen ressam Agop Arad. “Kardeşim Sait”
diyebilirdi Sait’e ve Sait’e Sait demek zor değildi hiç tanımayan için bile
teklifsiz olabilme sınırını aşabilirse. 1954 yılı Mayıs’ın ilk haftası Sait
Beyoğlu’nda sergideydi, karma bir sergiydi, güzel ve acılı bakan Agop Arad
dahil tanıdığı ressamlar vardı sergide, Sait resimlere hiç ölmeyecekmiş gibi
bakıyordu. Fakat!... 10 Mayıs’da hastaneye kaldırıldı. 66 yıl önce bugünün tarihiyle
11 Mayıs’ta sabaha karşı erken vakitlerde hayata gözlerini yumdu. Belki de
hissetmişti, Son Kuşlar’da, öykünün bir yerinde ciğerlerinden rahatsızlığı,
tatsızlığı, sinirlerini satır aralarına almıştı, kara elçinin soğuk nefesini
duymuş olmalıydı. Türk öyküsüne bambaşka bir soluk getiren, yepyeni bir kapı
açan Sait faik Abasıyanık’ı o denli yakın buldu ki okuyucu, senli benli olması
pek de zor olmadı, teklifsizliği seven biri olarak ona “Hey koca Sait!” diye
seslenebilirse biri keyif alırdı duysa 66 yıl sonra. Kimin hoşuna gitmez ki yüz
on dört yıl sonra adının söylenmesi saygıyla? Allah rahmet eylesin!...
*Sait Faik Abasıyanık’ın son kitaplarından Son Kuşlar’da (1952) bir öykü.
Öyküyü, kendine söz verdiğinden, yazı bile yazmayacağından, yazı yazmanın hırstan
başka bir şey olmadığından, namuslu, işinde gücünde insanlar arasında hırsa
kapılmadan, sakin, ölümü bekleyeceğinden, fakat sonra vazgeçip bunu
yapamayacağından, koşup tütüncüden bir kalem aldığından, çakıyla yontup ucunu
öptüğünden söz ederek sonlandırır. Bir de dillere pelesenk olmuş, edebiyata bir
şekilde bulaşmış edebiyat severin kayıtsız kalamadığı, dikkat çekici o son
cümleyle “yazmasam deli olacaktım.” Gerçekten yazmasak deli olur muyduk acaba?