Israr ediyorum sende kalmaya. Sen de ben de kalmaya
devam ediyorsun. Kim öle, kim kala iken birbirimizde kalmanın ne kadar değerli
olduğunu anlıyoruz. İki kişilik bir dünyayı kuruyoruz. Distopik film hafızalı
bilinçaltı felaket senaryoları için bir köşeye alet-edavat saklı. onları
çıkarıyor, kapıyı, pencereyi, bütün delikleri tıkıyor, izole ediyoruz. “Tatlım
çekiç ne kadar da yakışırmış eline!” “Canım ne güzel kullanıyorsun o
tornavidayı!” Çekici geliyorum biliyorum yırtık t-şörtümle, elimde matkap sen
alnımın boncuk boncuk terini siliyorsun, “şu deliği de kapat!” diyorsun “sadece
ikimiz başka kimse olmasın!” “Zaten olamaz bundan sonra!” diyorum, kimse ne
olacağını bilmiyor.
Dün uzaylılar gelip komşumu aldılar. O da ne olacağını bilmiyordu. Ben kapı deliğinden endişeyle bakıyordum çaktırmadan. Bir de sana yansısın istemiyordum, öyle ya bu kadar yakına gelmişlerdi işte. Kim der ki onlar bizim mahalleye gelecekler, hadi bizim mahalleye geldiler, mahallede bir ton ev var, nerden bilecen geldikler evi. her akşam ev ev sayıları vermiyorlar ki, yekün veriyolar, sunucular, yekünü zırt diye geçiyo, hani açılır parantez kapanır parantez bile değil, sırası gelen uzaylının yekününe dahil oluyo. İşte uzaylı dün bizim eve geldi, bizim binaya, komşuya, kaptan şapkalı bıçkın bir adamdı, derin bir görünüşü vardı, karşılaştığımızda tıslardık sadece, birbirimize insanmış gibi bakardık, arabası vardı, gök mavisiydi, metalik olsun diye sırada beklemeye razı olmuştu, tam çıkarken dönüp satıcıya ısıtmalı koltuk da olsun onu da ekleyin faturaya demişti, sıcak basura iyi gelir , diye eklemişti, satıcı sevinmişti, araç ful paket olunca, alacağı prim iştahını kabartmıştı. adam sıranın kendine geleceğini hiç beklemezdi. Sesini duyardım çalışırken, aramızda bir duvar vardı, klavyenin sesini duyuyor mu diye düşünürdüm bazen, sonra duyamayacağını düşünürdüm adam kendini konuşmaya kaptırdığı için. Nerden nereye gelip de adamı alacaklarını ben de hiç düşünmedim, insandık işte, bizim başımıza gelmezdi, ne oluyorsa başkalarına oluyordu, hatta uzaylılar geldiğinde bile kamera şakası falan mı diye soruyorduk, bize bi şey olmazdı.
Dün uzaylılar gelip komşumu aldılar. O da ne olacağını bilmiyordu. Ben kapı deliğinden endişeyle bakıyordum çaktırmadan. Bir de sana yansısın istemiyordum, öyle ya bu kadar yakına gelmişlerdi işte. Kim der ki onlar bizim mahalleye gelecekler, hadi bizim mahalleye geldiler, mahallede bir ton ev var, nerden bilecen geldikler evi. her akşam ev ev sayıları vermiyorlar ki, yekün veriyolar, sunucular, yekünü zırt diye geçiyo, hani açılır parantez kapanır parantez bile değil, sırası gelen uzaylının yekününe dahil oluyo. İşte uzaylı dün bizim eve geldi, bizim binaya, komşuya, kaptan şapkalı bıçkın bir adamdı, derin bir görünüşü vardı, karşılaştığımızda tıslardık sadece, birbirimize insanmış gibi bakardık, arabası vardı, gök mavisiydi, metalik olsun diye sırada beklemeye razı olmuştu, tam çıkarken dönüp satıcıya ısıtmalı koltuk da olsun onu da ekleyin faturaya demişti, sıcak basura iyi gelir , diye eklemişti, satıcı sevinmişti, araç ful paket olunca, alacağı prim iştahını kabartmıştı. adam sıranın kendine geleceğini hiç beklemezdi. Sesini duyardım çalışırken, aramızda bir duvar vardı, klavyenin sesini duyuyor mu diye düşünürdüm bazen, sonra duyamayacağını düşünürdüm adam kendini konuşmaya kaptırdığı için. Nerden nereye gelip de adamı alacaklarını ben de hiç düşünmedim, insandık işte, bizim başımıza gelmezdi, ne oluyorsa başkalarına oluyordu, hatta uzaylılar geldiğinde bile kamera şakası falan mı diye soruyorduk, bize bi şey olmazdı.
Sonra sen farkettin kapı deliğinden baktığımı. O anda
sen, ben, adam ve uzaylılara dair yazacağımı bilmiyordum. Sen “N’oldu?” diye
sordun, önce “hiççç!” demek istedim, fakat paylaşmak istiyordum aynı zamanda “bak
bu kadar yakına geldiler işte!” demek istiyor, yüzüme vuran endişeyi, şüpheli
gözlerimi görmeni, beni okumanı istiyordum. Bir tek kelimeler kalmıştı elimde.
Bütün listeleri çöpe atmıştım zeytin ağacından yaptığım yamuk yumuk çatal
çubukla yollara düşecektim yaşarsam. Galiba anladın! “Ya ben?” dedin, “tek
başıma gitmeyi düşündüm!” diyemedim, diyemezdim, çatal çubuğu yontarken “sen
hesapta yoktun!” berbat bir cümle olurdu, hatta kaba saba, ancak andavallının
tekinin ağzından çıkardı bu söz, patavatsız, düşüncesiz, salağın tekinden, ben
daha romantik birkaç cümle kurmalıydım. Hiç de zorlanmadım! Çünkü sen hiç bu
kadar benden bir parça olmadın daha önce. “Sensiz olmaz!” dedim “sen de
geleceksin!” “tamam!” dedin, ben de elimde olmadan pencereye gittim aklım
komşum olan adamdaydı, uzaylılar adamı götürüyordu.
Tuhaf bir şekilde adam sakindi “sessiz sakin oluyor demek!” diye düşündüm, on saniye sonra hiçbir iz kalmamıştı, adamın arabasının yerinde yeller esiyordu, geçen yaz yaptırdığı ferforje balkon demirleri ordaydı, hatırladım, nasıl da pazarlık ediyordu demirci ustasıyla, hesabını bilen, güçlü bir adam diye düşünmüştüm, dünya malına ehemmiyet veren, bakiyesine bakan, defterini muntazam tutan, şimdi bir tek siyah ferforje kaldı onu hatırlatan. Sen de peşimden koştun ben pencereden bakarken, endişeli görünmüş olmalıydım, sordun “N’oldu nereye bakıyorsun öyle?” diye, baştan beri “Hiççç!” demek istiyordum ya, baştan beri bütün yaşananlar, bütün istatistikler, bütün yekünler, bütün yorumcular, hepsi bir rüya, hepsi aslında bir yalan, hepsi aslında bir hiç demek istiyordum ya sen burda olduğundan, döndüm gözlerine bakmaya başladım, bir tek sen vardın, gerçek buydu, bir tek sen ve ben, bütün sınırları kapatmıştık, kapıyı, pencereyi, tüm delikleri tıkamıştık. “N’oldu söylesene!” dedin sessizliği kırmak için. “Hiççç!” “Minür Özkul’un Fasulyeciyan tiradını bir atsana gözünü seveyim!” demek geldi içimden, hayatın güzelliğine, geçiciliğine, eğretiliğine ve yine de inadına yaşama sevincine dokunan tiradı başka söylüyordun. “hadi” dedim “tiradı söyle!…” sen o şeffaf tüllü eteğinle parmaklarının ucunda yükselmeye başladın. Uçtuk galiba!...
Tuhaf bir şekilde adam sakindi “sessiz sakin oluyor demek!” diye düşündüm, on saniye sonra hiçbir iz kalmamıştı, adamın arabasının yerinde yeller esiyordu, geçen yaz yaptırdığı ferforje balkon demirleri ordaydı, hatırladım, nasıl da pazarlık ediyordu demirci ustasıyla, hesabını bilen, güçlü bir adam diye düşünmüştüm, dünya malına ehemmiyet veren, bakiyesine bakan, defterini muntazam tutan, şimdi bir tek siyah ferforje kaldı onu hatırlatan. Sen de peşimden koştun ben pencereden bakarken, endişeli görünmüş olmalıydım, sordun “N’oldu nereye bakıyorsun öyle?” diye, baştan beri “Hiççç!” demek istiyordum ya, baştan beri bütün yaşananlar, bütün istatistikler, bütün yekünler, bütün yorumcular, hepsi bir rüya, hepsi aslında bir yalan, hepsi aslında bir hiç demek istiyordum ya sen burda olduğundan, döndüm gözlerine bakmaya başladım, bir tek sen vardın, gerçek buydu, bir tek sen ve ben, bütün sınırları kapatmıştık, kapıyı, pencereyi, tüm delikleri tıkamıştık. “N’oldu söylesene!” dedin sessizliği kırmak için. “Hiççç!” “Minür Özkul’un Fasulyeciyan tiradını bir atsana gözünü seveyim!” demek geldi içimden, hayatın güzelliğine, geçiciliğine, eğretiliğine ve yine de inadına yaşama sevincine dokunan tiradı başka söylüyordun. “hadi” dedim “tiradı söyle!…” sen o şeffaf tüllü eteğinle parmaklarının ucunda yükselmeye başladın. Uçtuk galiba!...