Salı, Aralık 31, 2019

2020 Yılına Dilekçe




“İyi bir filmin kusurları olması gerekir. Hayat gibi, insanlar gibi.” Federico Fellini. Biz insanlar kusursuz olmak, kusursuz işler yapmak isteriz! Oysa ustanın söylediği gibi hiç birimiz kusursuz değiliz. Babam kusursuz değildi, annem de, ben kusursuz olmayan birilerinden doğdum, onlar da öyle, daha öncekiler de, bu böyle gider! İlk DNA belki de kusursuzdu, belki zamanla kusurlu bir evrim geçirdi, bunu bilemeyiz!

Hiç birimiz kusursuz olmadığından insanlarda kusur aramak akıllı kişinin işi değil. İnsanlarla ilişkimizde kendimizi kusursuz ötekini kusurlu görmekten vazgeçmemiz kendi yararımıza. İyilik kusurla ilgili değil niyetle ilgilidir. İnsanlar toplumları oluşturur. Toplumlar insanların kaderinde önemli rol oynar ve toplumlar da kusursuz değildir.

Bugün 2019’un son günü yarın 2020’in ilk günü, yeni bir yıl, yeni umut demektir tüm dünya için. Gelin hep beraber dünyaya sadece kendi penceremizden bakmayı bırakıp “öteki” diye sınıfladığımız her kimse onun da ayrı bir davulun ritmine göre adım atmakta olduğu gerçeğinin farkındalığıyla bakalım. Hepimizin kendine özgü bir hikayesi var. Kendi hikayemiz ne kadar değerliyse ötekinin de hikayesi o kadar değerlidir, çünkü biz insanlık macerasının, muazzam bir bütünün, kutsal bir kurgunun parçalarıyız. Birimiz hepimiz için! 2020 yılında dünyayı ayrıştırmaya, kutuplaştırmaya çalışanların oyununa gelmeyelim. Kardeşlik kazansın bu kez! Bir kez olsun hiç değilse!  2020 yılı cümlemize hayırlı, sağlıklı, bol kazançlı, huzurlu günler getirsin. Her şey gönlünüzce olsun!

Saygılarımla,

Pazar, Aralık 29, 2019

Terazi Lastik Cimnastik



“İnsanların çoğu sevmedikleri insanları etkilemek, istemedikleri şeyleri satın almak için kazanmadıkları parayı harcıyor.” Hay ağzına sağlık Matt Haig! “Nevrotik Bir Gezegenden Notlar” adlı kitabında söylemiş böyle söylemiş. Kitap şu sorudan yola çıkmış “Çılgın bir dünyada çıldırmadan nasıl yaşarız?” Dün şehirde gezerken kitabın duvara yapıştırılmış afişlerinin öünden geçerken kitabın adından yola çıkarak “tuhaf” “acayip” “garip”  kelimelerinin kitap, dizi, film adlarında kullanımının ne kadar arttığına dair bir düşünce dizgesine girdim. Aldous Huxley’in “Belki de bu dünya başka bir gezegenin cehennemidir!” düsturuna inanmaya daha meyilli bir zamanda olmalıydık. Yani cennet değil de cehennem kavramı mistik boyutundan ziyade “kötülük” denilen şeyin doğasındaki “yaratıcılık”   dozunun daha yüksek oluşu nedeniyle toplumda daha ilginç bulunduğu algısını yaratan bir zamanda. Tezat tezler haliyle! geleneksel görüşle örtüş(e)mez, duyduk ve uyduk bakışla bir araya gel(e)mez tezler. lakin tezat da bazen bir araya gelebilir, bazen her telden insanın bir araya geldiğini görüyorum öte yandan ve bundan mutluluk duyuyorum. Siyasetimiz ayrıştırmak ve kutuplaştırmak değil birleştirmek olmalı! Ben de biraz bu konuda kalem oynatmaya devam etsem kendimi daha iyi hissedebilirim sanki! Eh bu da az şey değil hani! ayH

Dönelim yine Haig’in afişine, orda dün sabah düşünceyi başlatan fikir ürünleri şöyleydi “tuhaf öyküler” “acayip hikayeler” “robotlar hapşırabilir mi?” “manik atak” “oksimoron” “antidepresan” “empatopya” “boşlukta kal öyle çok güzelsin” vb. dikkat çekici bu adlara bakan bir kişi sıra dışı birkaç saat geçireceği yönünde düşünebilir pekala.  Beni bunları düşünmeye sevkeden kitabın kendi adıysa “nevrotik bir gezegenden notlar”.

Son birkaç ay içinde bazılarını tekrar seyrettiğim Ali Atay, Onur Ünlü filmleri, özellikle Ali Atay’ın son filmi “Cinayet Süsü” –acayip güldük filmde bu arada- ve Tolga Karaçelik, Onur Saylak filmlerinden özellikle “Daha” adlı filminden söz etmek gerekiyor bu bağlamda, burda Hakan Günday’ı da hatırlamamız lazım hem romancı hem de senarist kimliğiyle ve geçenlerde kişisel sergisinde* tanıdığım Mevlüt Akyıldız’ın resimlerini de bu aynı minval üzre görmüş olmam yerinde olur diye düşünüyorum.

Şimdi bu fikir-sanat eserleri küçük adamın gündelik rutin çizgisi, 09-17:00 mesaisine hiç de benzemeyen bir üslup ve kılıfla anlatıyor hikayeyi, sıradan hayatları öyle bir ele alıyor ki sıradan olan an geliyor sizi şaşırtan, hiç beklenmedik bir şekil alıyor, halden hale geçişler hızla sergileniyor, absürt olan, sıradışı olan bayrağını dikiyor zirveye ; gerçi geçmişte de vardı mesela Dostlar tiyatrosunda “Üzbik Baba” adlı bir oyun seyretmiştim Genco Erkal oynuyordu oyunun ana karakteri bir prezervatife benzeyen bir giysi içindeydi oyun boyunca, o güne kadar o denli absürt bir oyun seyretmemiştim, yer etmiş ki hala hatırlıyorum, fakat tek tük örneklerden biri o döneme ait, ancak Genco Erkal gibi bir idol cesaret edebilirdi bu tür bir oyunu sahneye koymaya o zamanlar. oysa şimdi öyle tek tük değil, oyun değişti, oyun şaşı bakman ve şaşırman üstüne, sanat sever olan, sanat tüketicisi olan da bundan hoşlanıyor, “şaşırt beni!” arz edilenin üstünde bir talep görünce sanat eseri üreticisi talebi karşılamaya istekli görünüyor doğal olarak. sonuçta ticari bir ilişkiden söz ediyoruz.  

Kısaca basma kalıp, klişe karakter devri, melodram çağı tamamen kapandı artık  varsa da yazlık sinema keyfinde  çekirdek çitleyip yıldızlar altında olmayan bir romantizmi zorlama da olsa yaşamak gibi bir şey ve nostaljik elbet. Bunun da alıcısı her zaman olacaktır haliyle! Hatta müze evler, nostaljik mekanlar, kafeler her daim olacaktır, o geçmiş günlerde mutlu olduğumuz varsayımını destekleyecek araçlara, objelere, hatıralara ihtiyaç duyarız her daim, mesela bir gramafon ve taş plağın sesi bir başka dokunur gönül telimize, içimizde başka bir dalgalanma olur, geçmişe dair, yitirdiğimiz şeye ya da şeylere dair bir efkarlanma olur, bir türküyü dinlediğimizde hüznün bizde yarattığı o duruşu sergilemekten doğan bir yaşanmışlık duygusu oluşur her nerdeysek, bunlar hep olacak, ya ilişkilerin daha sert ve teklifsiz yaşandığı bir çizgiye gireceğiz kimi zaman ya da tam tersi gözlerimizde hüzün ve duygu yüklü bir bakışla bakacağız çevremize, karşımızdakinin gözlerine. Ve şiir her zaman olacak bizi kurtarmak için. Ve elbet hangi yolu seçersek seçelim bizi sevmek ve dünyayı sevmek kurtaracak! Bu dünya sevilecek bir dünya aynı zamanda!

Resim : *Mevlüt Akyıldız'ın "Terazi Lastik Cimnastik" sergisinden.


Cumartesi, Aralık 21, 2019

Sabahleyin Saat Beşte





Bir dalga olsam
Peşinde kalın, ince, günce, börülce
Kıyıya vuran
Guguk kuşu gibi emin bir unutmak
Taşıyan
Bir dalga.

Bir unutmak olsam unutmak adına
Ne varsa zamanı dolmuş
Geçersiz bir paso mesela
Ya da bir kart yetersiz bakiye
Sadece o anı eşleyen bir saniye.
Bir saniye meselesi dalga olmak.

Bir dolum makinesi olsam
Boş olanı dolduran
Boşlukları doldurtan
Ehil bir elden çıkmış 
Boşluğuyla insan unutmak adına, olmak adına
Hep bir sonraya vurmuş bir dalgada akışla
Vurdu mu?
Vurdu!
Ohh! vurmuştur demek ki!
Vursun vursun!
Saat tam beşi vurmuştur
Canım guguk kuşuyla
Peşinde
bir dalga olsam sabahın tam beşinde!






Cuma, Aralık 20, 2019

İnsanın Alacası İçindedir



Nerdeydi hatırlamıyorum şimdi! Atölyede miydi? Yoksa bir kitapta mı okumuştum? Böyle oluyor işte! insan pek çok yere girip çıkınca karışıyor! Hatırlayamadığım kadar çok yere girip çıkmış, kafam iyice karışmıştı, kitaplar elbet başroldeydi. İşte o karışık ruh haliyle geziniyorduk.
Sık sık yaptığımız gibi piyasa Pera’ya çıkmıştık. 

O gün yanımda kel Halis vardı. Halis Beşer! Nam-ı diğer şaşkın! Soyadı bize “şaşmak” fiilinin geniş zaman çekimini anımsattığından Şaşkın Halis derdik Halis’e. Herkes söyleyemezdi ama, ben ve birkaç kişi dışında ona “şaşkın” demeye kimse cüret edemezdi. Çamlıca’nın en güzel üç kahvesinden birine giderdik bazen tavla oynamak ve Boğaz’ın o muhteşem manzarasını seyretmek için. Yani kel Halis ve ben sadece Pera civarında değil başka semtin çocukları olarak Anadolu yakasının bu güzide semtinde bile boy gösterirdik.

Kısaydı Halis çok kısa, topu topu 1.65 ancak var, birlikte gezdiğimizde ise daha da kısalıyordu benim yanımda, bir gün itiraf etti benim yanımda kendini güvende hissedermiş, “neden Halis?” diye sorduğumda “sen beni kötü adamlardan korursun!” dedi, şöyle bir baktım Halis’e, şaka yapar bir hali yoktu, içime işledi, kolpacıların, sinyalcilerin, cepçilerin, tetikçilerin, tahsilatçıların, monocuların, küfürbazların, ateşbazların, kriminal namına ne varsa kol gezdiği sokaklarda büyümüş ve haram diye bir mefhumu aile terbiyesi gereği edinmiştik. o işlere bulaşmamak için ekmeğimizi daha küçük yaşlarda çıraklık yaparak kazanmaya başlamıştık ikimiz de.

Halis haklıydı belki korkmakta, insanın cüssesi bazı durumlarda avantajlı olabilir, fakat ne kadar heybetli görünürsen görün bu dünyada kaşla göz arasında seni arkadan bıçaklayacak şahsiyesiz şahsiyetler olacaktır daima.

O gün Pera’da gezerken Halis yine sık sık söylediği sözü söyledi “insanın alacası içindedir!” Halis’le konuşmanın en ilginç yanı aynı sözü söylerken her seferinde başka açıklamalar yapmasıydı o söze dair, mesela “itaatkar körse gözlerim onun olsun!” diye bir cümlesi vardı sık sık söylediği, tavladan sonra bir köşeye oturur, kağıt kalemi çıkarır, yazmaya başlardı, ne yazardı bilmiyorum, kahvenin müdavimlerinden Aydın abi, “şiir yazıyor” derdi saygı duyduğunu belli eden bir ses tonuyla, bunu duyan ötekilerde birbirlerine bulaşan müstehzi bir ifade oluşur, bıyık altından gülümsemelerin ötesine geçen, patavatsız, mürekkep yalamamış biri dahi çıkar “boş işler bunlar!” diye düşüncesini dışarı vururdu. O zaman Aydın abi çakmak çakmak gözlerinden kıvılcımları yollardı o densizin göz bebeğine ve kahvenin kurnaz tilkilerinden olan şahıs uzaklaşırdı ordan.

Biz Halis’e dönerdik. Halis’in çoktan gitmiş olduğunu anlardık. Sessizce giderdi Halis! “Hayalet!” demişti biri bir gün… Şimdi neredeydi hatırlayamıyorum! Atölyede mi yoksa bir kitabın içinde mi?

Cumartesi, Aralık 14, 2019

İlgilenenlere Sevgi Duvarı



ÇOCUK… 

“Tek ayak üstünde durma” cezası… Sınıf öğretmeni “duvara yaslanma” diyor… katmerli ceza! Belki sadist bir ruha sahip öğretmen! Otorite kurmak ve içindeki  karanlık yanın birbirine karıştığının farkında bile değil. Tek ayak üstünde duran öğrenci bütün sınıfın bakışları altında kara tahtanın yanında tek ayak üstünde durmaya çalışıyor. Dakikalar geçiyor. sol ayağı ağrıyınca sağ ayağının üstüne basıyor çocuk, öğretmen “ayak değiştirme” diye bağırıyor öfkeyle “sol ayağının üstünde dur!” .öğretmen sadist ruhlu mu, demiştik?. “hey teacher leave those kids alone!”

II

OTUZ YIL SONRA…

Adam denize bakarken “Pink Floyd” dinliyor. Tek ayak üstünde duvara yaslanmış. Sol ayağının üstünde. Dinlediği şarkı “the wall” adam duvardan güç alıyor. Ağzında tellenen sigaranın dumanı kasvetli bir sonbahar havasına karışıyor sahilde. Şimdi denize bakarken o anı düşlüyor, o sınıfı, tek ayak üstünü, cezayı ve aldığı cezaları. Bir geceyarısı kaçmıştı bu şehirden. Vapurun soğuk metaline değen elleri yanmıştı soğuktan. Soğuk bir geceydi. Burası gibi değildi gideceği memleket, rengi başkaydı, tadı başkaydı, güneşi başkaydı, dokuz ay boyunca kar altındaydı gideceği şehir, yaza doğru “Beyaz Geceler” gören insanların şehriydi. İnsanları da buranın ki gibi değildi, burdakiler ne kadar Akdenizliyse onlar o kadar kuzeyliydi, yani soğuk, yani mesafeli fakat kültürlü, mantıklı ve derin sohbetlere meyilli.O ana kadar doğup büyüdüğü şehre tezat bir şehirdi gideceği şehir. Tezat bir coğrafyaya gittiğinin farkındaydı. Zaten biraz da bu cezbetmişti cezası kesilen adamı. O şehirde dile kolay yirmi yıl geçirmiş dönmüş ve bu duvarın önünde sol ayağının üstünde dikilmeye başlamıştı. Yirmi yıl uzak kaldığı denize bakıyordu şimdi. Doğup büyüdüğü şehirdeydi artık. Şehir arkasından gelmişti!*

III

SAHİLE BAKAN DUVAR…

Şimdi denize bakarken yirmi yılının geçtiği şehri düşünüyor adam. Neden döndü tekrar buraya? Ne için? Kim için döndü? Tuhaf olan şu: insan bir şekilde her gittiği yere alışıyor zamanla, bir süre yabancılık çekse de zamanla işler değişiyor. Fakat “ilk” olanın yeri ayrı oluyor daima, ilk evi, ilk okulu, ilk sigarası, ilk öpücüğü, ilkleri yaşadığı çocukluğu; o yüzden başka bir şehir bulamadı, başka bir ülke bulamadı, doğduğu şehir arkasından geldi, gene aynı sokaklarda dolaşmaya başladı, aynı mahallede yaşlanmaya, aynı evde aynada saçlarına düşen kırları saymaya, döndü, dolaştı aynı şehre geldi, anladı sonunda başka bir şey ummasının gerekli olmadığını, çünkü nasıl tüketilirse bir ömür burada, bu köşecikte, öyle tüketilecekti yeryüzünün bütün köşelerinde de.*

IV

GEÇMİŞ GEÇMİŞ MİDİR ?...

Adamın yaslandığı duvarın arkasında bir plaj vardı otuz yıl öncesine kadar. Şimdi asfalt! Üstünden vızır vızır şehrin yükü, atığı, molozu geçiyor. Adam “sevdalar da geçiyor” diyor kendi kendine “benim gibi sevdalılar da” “ hayat” diyor “geçiyor” “öte yandan herşey geçiyor, sınavlar geçiyor, giren de geçiyor girmeyen de, hayat gülüp geçiyor, zaman geçiyor be zaman!” “Şurdaki plaj! Geçmiş! Ben ordayım! Üç yaşındaydım denize ilk girdiğimde! On bir yaşında cankurtaran oldum! Aynı yaz ilk kez bir insanın hayatını kurtardım. Boğulmak üzereydi ben saçlarından kavradığımda. Karanlık dibe doğru bir külçe gibi inerken kabarık kıvırcık kızıl saçlarından yakalayıp çektim suyun yüzüne. İlk kez suni teneffüsü o gün yaptım. Dudaklarımı dudaklarına bastırdım hayat öpücüğü olsun diye. Hayatımda ilk kez deniz tuzunun tadı bir başka geldi. Sonra kız kendine geldi! benden bir kaç yaş daha büyüktü “canımı yaktın!” dedi kızgın bir ifadeyle “saçlarımı öyle çekmeseydin olmaz mıydı?” hayatımda ilk kez bu kadar şaşırdım. Anlamsız baktım gözlerine sorar gibi, gözlerim konuştu sadece “şaka mı yapıyorsun?”      diye sessizce.  Hayır şaka değildi! ciddiydi kız. Kıvırcık saçları ve avuç içi kadar bikinisiyle salına salına uzaklaşırken kişisel hafriyat tarihimin “ilk yıkımı!” diye düşünecektim günün birinde.  

V

İLK ÖPÜCÜK VE SİNEMA...

Sonra yaşından önce serpilmiş inci gibi dişleriyle Serpil çıktı! Aynı yaz… Yanında bir başka güzel ekürisi. Plajın kumlarına uzanmış güneşleniyordum öğle vakti. Altım üstüm yanıyordu! Üstümde güneş altımda kızgın kumlar… İçim geçmek üzereyken gölgesi düştü üstüme ikilinin. Daha önce hiç görmemiştim onları. Serpil ve arkadaşının güzel güzel gülümseyen yüzlerine baktım aşağıdan, “rüyada mıyım?” diye düşündüm. Serpil çok girişkendi “arkadaş olalım mı?” diye sordu çekinmeden. İçimden “evet! eveett!” diye uzun bir evet çekmek geçtiyse de tuttum kendimi bugüne bugün on bir yaşında plaj cankurtaranı olmuş, kıvırcık bir kızı boğulmaktan kurtarmış, kahramanlık göstermiş biriydim. Hatta adı konulmamış bir kahramandım zannımca! ve bir kahraman bütün çizgi romanlarda biraz “cool” olurdu kadınlar karşısında. Heyecanımı kontrol altına alınca renk vermeden sakin bir tavırla  “tabi” dedim “neden olmasın!” Bir ay sonra ilk kez öpüştük sinemada. On bir yaşındaydım ve hayatımda ilk kez öpüştüğüm plaja bitişik yazlık sinemada Türkan Şoray’ın “Hayallerim, aşkım ve Sen” adlı filmi oynuyordu. Türkan Şoray’ın biri gerçek, ikisi hayali üç kadını canlandırdığı beyaz perdede hayal gerçekle iç içe geçiyordu. Pavyon kadını Melek filmin bir yerinde şu sözleri söyler : “yani boşuna uğraşıyorsunuz Coşkun bey, filmler de doğar, büyür ve ölürler. Işıktan yaratılmıştır; bir yanar, bir söner.” Filmler biter, ışıklar yanar, sinema seyircileri dağılır, sinemadan çıkmış insanlar olarak bir müddet büyüye kapılmış yürürdük sokaklarda, an gelir unutur, yeni öyküler, yeni filmler aramaya çıkardık sonra…

VI

SON SİGARA...

Tek ayağını duvara dayayan adam denize bakmaktan gözlerini alamıyordu. Deniz çekiyordu adamı içine! Aralarında bir çekim başladı! adım adım! Adam resmen denize çekiliyordu! Fakat silkindi. Yerde biriken izmaritlere sonuncusunu da ekledi. Son izmariti ezdi, **zihninin labirentlerinde gizlenen bir akrebi yakalamış da başını ezermiş gibi ezdi izmariti. Kendisini izlediğini bile bile, bir tek şey daha düşünmeden, kendi kendine söyleştiği sevgi duvarından ayrıldı, gerçek hayata doğru yürüdü, gitti.  

*KONSTANTİN KAVAFİS

**DENİZE BAKAN EV

Perşembe, Aralık 12, 2019

"Yazmasam Deli olacaktım!"




I

Gözlerin pırıl pırıl parlıyor. İç içe geçen döner sarmal gibi içine çekiyor göz bebeğin. Sen ve gözlerinin galaksisinde kaybolan adam bir anda sisli bir günde ışığa dalıyorlar. Adam “ben bakacağım sadece!” diyor “yoksa düzerim onu!” kadın gülümsüyor “kıskandın mı?” diye soruyor, yüzünde hoşlandığını belli eden bir ifade. “saçın tenine değse!” diyor adam sadece…

II

Bir önceki günün tortusu, köpüğüyle, kişi ve nesneler arasında yazmak! Perde, tül, pencere, pedal, her gün aynı saatte geçen adam, tenis raketim, bir zamanlar içtiğim sigaranın külü, yanık, Barbarossa ve dedem, sakal nedeniyle “tarz olmuşsun” diyen bir tanıdık ve “Propaganda” filmini anımsatan ayak üstü konumda. Saçıyorum, derliyorum, topluyorum, ekliyorum, çıkarıyorum, ortaya bir metin çıkıyor. Hangi saikler o metni yazdıran? Bilmiyorum ! Neden yazdığımı da!...

III

Adam çıldıracak gibi oluyor! “yazmasam” diye düşünüyor “dünya dönmeye devam eder mi acaba?” öyle bir an geliyor ki “koştum bir kalem aldım ucunu yonttum titreyen parmaklarımla!” diye bir cümle kurabiliyor adam. Öyle bir an geliyor ki bir el ilanının arkasına çalakalem yazdığı için kargacık burgacık yazdıklarını okuyamıyor. Kenarları geniş fötr şapkasının altında dünyayı unutmuş bedeninden habersiz gibi yazıyor adam vapurun güvertesinde. Ölümden o kadar uzakki! Hiç ölmeyecekmiş gibi yaşıyor adam! Arada başını kaldırıyor yazdıklarından çevresine göz atıyor, bir nefes almak istiyor, yazarken de çıldırabilir insan! Zamanla sırrını çözmüş işin! “Dur!” demesini biliyor, “yürü!” demesini biliyor, duracağı yeri, yürüyeceği yeri biliyor ve ardından unutuyor bildiğini, “unutmak işin sırrı!” diye düşünüyor “bir Kızılderili neyi unutur ki?” diye soruyor arkadaşı bir gün dost meclisinde iki kadeh parlatıp da makas değişimine girdiklerinde.  “Bildiğini unutur!” diye anlaşıyor ekürisiyle ve “aslında hiçbir şey bilmediğini bilir!” Gece yaklaşmaktadır. İki eküri birazdan iki ayrı istikametle ayrılacaktır o gün için. Biri son vapurla adaya, öteki tramvayla Kurtuluş’a evlerine, kendi penahına kurulacaktır. Adaya gelen yatmadan önce günün son cümlesini yazar “bir anda zıplayabilir insan!”. Kurtuluş son duraktaki ne yapar bilinmez!  

IV

Lüzumsuz Adam’dan bir öykü okuyorum anneme. Kelimelerin vurgusuna dikkat eden ses tonumla, ritimle , atmosferle, oyun gibi.  tek kişilik bir gösteriye dönüştürürüm metni. Annem tek izleyicim! An gelir göz bebekleri parlar, an gelir şaşkınlık. İç içe geçen döner sarmala çekilir annem, döndüğünü hisseder, kendinin, dünyanın, çark-ı feleğin. Öykünün sonlarına doğru, “Dur” der “büyük adam bu adam!” susarım başka neler söyleyecek diye, annem kendini tutamadığını anlar, öykünün atmosferinin yaşattığı yaşama sevincini bir an önce paylaşmak için “dur!” dediğinin farkına varır. “ucu açık kalsın!” der kendi kafasında bir son yazmak için “mutlu bir son yazacağım Lüzumsuz Adam’a ve devam eder “Sait Faik’i okumanı neden seviyorum biliyor musun?” diye sorar “Neden anne?” diye sorarım ben de merakla, “ samimi! iç sesini duyuyorum! hikayeden daha ilginç bu!”

V

Vapurun güvertesinde ki adam sözünü tutamayıp tütüncüye koşuyor. Bir kalem, bir de kağıt alıyor. Oturuyor. Ada’nın tenha yollarında gezerken canı sıkılırsa küçük değnekler yontmak için taşıdığı çakısını çıkarıp kalemi yontuyor. Yonttuktan sonra tutup öpüyor kalemi. Denize bakarken “Yazmasam deli olacaktım!” diye düşünüyor derin bir nefes alıp, tamamlanmış bir duyguyla…

Çarşamba, Aralık 11, 2019

Masa Örtüsü


Örtünün düşmesi iyi oldu, uzun zamandır ortasındaki delik gözüne takılıyordu. Ne zaman delindiğini hatırlamıyor, bir akşam yemeğiydi galiba… yanığın neden olduğu bir delik; bir ağaç budağı gibi örtünün ortasında, delikten masanın ahşabı görünüyor, deliğin çevresinde siyah, koyu bir halka ve ordan yayılan siyah noktacıklar, ateşten sıçrayan kıvılcımlar gibi. ne zaman o deliğe gözü takılsa, deliğin, siyah halkanın, siyah kıvılcımların onu götürdüğü yer aynı: “ilk patlama” “ilk oluş” “big bang” teorisine uzanıyor kara delik ve soruyor “tamam ama…” ilk patlamayı oluşturan? İlk denilen şeyi oluşturan neydi? Bu konuyu düşünmek istemiyordu fakat örtüdeki deliği gördüğünde kaçınılmaz olan oluyor “ilk patlamayı” düşünmeye başlıyordu, düşünmekten kaçınmak için pencereden sokağa bakıyordu, uzun bacaklarıyla bir kadın geçiyor oluyordu, kadının adımlarını uzun attığını, sağlıklı bir gövdeye ve güçlü kaslara sahip olduğunu görüyordu, kadının ayakları büyük ve kemikli olmalıydı, kırk numara bile olabilirdi. Az önceki düşüncesini unutuyordu böylece “big bang” aklından çıkıyordu.

II

“Örtüye ne oldu?” diye sordu Hatçe kadın, haftada bir temizliğe gelirdi.
“gitti!” dedi adam başını kaldırmadan.
“nereye gitti?”
“boşver!” dedi adam.
“beyefendi, bizim kız var ya, Ayşe, çok merak etmiş amca ne yazıyor böyle diye”
Adam kafasını kaldırdı o zaman, kadının buruşmuş yüzüne baktı, kaşları hiç alınmamış, saçları iki yanından örülmüş omuzlarına düşmüş, kızıysa yedi-sekiz yaşlarında, koca gözlü, meraklı, sessizce takip eder onu bir kedi gibi.
“mektup!” dedi adam isteksizce.
“ben de öyle söyledim di Ayşe’ye, emme, Ayşe meraklı gari, sordu kime yazar, diye”
Adam bu sefer kaşlarını çatarak baktı kadının yüzüne, yıllardır, temizliğe gelirdi eve, annesinin yagigarıydı, çok konuşmasına, olur olmaz yerde sorular sormasına kızar, zaman zaman yol vermek ister fakat bir türlü kıyamazdı, kadının sevimli bir yanı vardı, güldürürdü hiç umulmadık bir anda.
“Arkadaşlarıma!” dedi adam.
“Çok mu arkadaşın var ?”
“Çoğu öldü” dedi adam “bir kaç kişi kaldık! Onlar da uzaktalar!”
“yalnızlık zor” dedi kadın “bizim bey madende çalışmaya başlayınca anladım yalnızlığın ne kadar zor olduğunu. Bir adamın var emme ırak gayri, geceler ıssız”
Adam cevap vermedi, uzayıp gidecekti, kadın bir yandan evi süpürüyor arada ocaktaki yemeğe bakıyordu, süpürgeyi durdurunca sordu “sahi örtüye ne oldu?”.
“kaçış yok!” diye düşündü adam, sıkıntıyla cevap verdi:
“düştü!”
“nereye düştü?”
“arka bahçeye, pencereden silkelerken elimden kaydı!”
“eee! Gidip alıverem gari!”
“bırak kalsın!” dedi adam “masanın ahşabı çıktı ortaya, böyle daha güzel!”
“he valla” dedi Hatçe kadın, elektirik süpürgesini tekrar çalıştırdı. Süpürgenin sesiyle önündeki işten uzaklaştı adam, kalktı, pencereden sokağa baktı, kırk numara ayaklı kadını gördü aynı gün ikinci kez, tekerlekli bir valizi sürüklüyordu.


Pazar, Aralık 08, 2019

"Dört Köşeli Üçgen"



Salah Birsel’i Tepebaşındaki kitap fuarında tanımıştım. Bir okurun sevdiği bir yazarla tanışması heyecan vericidir, ben de bu heyecanı duymuş, ağzından çıkan sözlerde beni sürükleyen kitaplarını nasıl yazabildiğine dair gizli, saklı, örtülü bir şeyler bulmaya çalışmıştım. O zamanlar yeni yeni okumaya başlamıştım kitaplarını, özellikle 50’li yılların Beyoğlu edebiyat çevresiyle ilgili yazdıklarıyla zaman tünelinde sık sık seyahat edebilmiştim. zamanla külliyatını okuduğumu zannedip bir süre ara vermiştim gün ışığı görmemiş sözcükleri bulup-çıkartma ustasına. Epey aradan sonra bu yaz başında elime daha önce hiç duymadığım bir kitabı geçti şimdi nerden bulduğumu hatırlayamadığım: adı “Dört köşeli Üçgen” altı ay gibi bir sürede sonlarına gelmiş bulunduğum 136 sayfalık kitap için roman demek mümkün hatta anlatıcı karakterin günlüğü de denilebilir.

Dört Köşeli Üçgen adlı romanın 116 sayfasındaki bölüm kitaba adını vermiştir. Adından da anlaşılacağı gibi “absürt” türde yazılmış bu roman işi gücü gözlem yapmak olan bir adamın başından geçenleri anlatır. Absürt sanat günlük rutinin dışına çıkma şansı tanır insana. Dört Köşeli üçgen adlı bölümde anlatıcının “kendi kendine konuşmak” çıkışlı görüşlerini sıralaması romanın ana fikrinin kendi kendine konuşmak ve delilik arasında ki ilişkinin irdelenmesinden doğmuş olabileceğini düşündürdü. Anlatıcı bu bölümde Akıl Hastanesinin bir odasına kapatılmıştır gözlem işini toplumun saygıdeğer bireylerini rahatsız edecek boyuta getirdiğinden. Şimdi sözü romanın anlatıcısına bırakalım:

“…ben bunu Akıl Hastanesinin bir odasına kapatıldıktan sonra anladım. Hem bunu anlamak için uzun bir zamanın geçmesi de gerekmedi. Odaya sokulduktan, odanın kapısı ilk kez kilitlendikten hemen sonra, artık tümden kendi dışımda bir insan olduğumu gördüm.”

“Dakikalar, saatler geçince yavaş yavaş bu yeni duruma da alıştım. Bundan bir memnunluk duymağa bile başladım.”

“Hele, usumu, kendi kendine konuşma kurma işine kaptırınca acılarımın biraz yatışır gibi olduğunu da sandım. Yaşamayı kendi diyaloglarıyla yürütmenin bütün bilgileri aşan bir bilim olduğunu, çok eskiden, kimi bilgelerle, dervişlerden işitmiştim. Bir zamanlar, bunu elde etmek için oyunlar ezberlemiş, kendi kendime sorulu, yanıtlı konuşmalar düzenlemiştim. İnsanın kendi kendisiyle diyalog kurmasının kimi özellikleri vardı. Kendi kendine konuşan bir adamın, dış etkilerden sıyrılması, kendini diyalogların akışına bırakması gerekti.”

“Gerçi, kafada düzenlenen diyalogların nesneler dünyasıyla bir alışverişi bulunmadığını ileri sürmek, ilk anda saçma bir şey gibi görünür. Ama, dikkat edilirse, kişioğlunun kendi kendine düzenlediği konuşularla günlük yaşam konuşuları arasında bir ayrılık vardır.”

“Doğrusu şu ki, “Sen kimsin?” sorusunu günlük olaylarla düşüp kalkan adam da, diyalogları kendi kafasında yaratan adam da sorabilir. Ne ki, deneyler dünyasının adamı “Sen kimsin?” derken, buna sesinden, kişiliğinden gelen bir şeyler katar. Dahası, o, bunu yaparken birtakım cansız sözcüklere ruh kattığını da düşünmüştür.

Ama ötekisi, bu türlü davranışların topunu kendinden uzak tutmak ister. Ona göre, kişilik, bilim çalışmalarını bulandırmaktan başka bir özellik taşımaz.

Şu da var ki, deneyler dünyasında “Sen kimsin?” sorusunun karşılıkları çok sınırlı iken, beri yanda bunun sonsuzu kucaklayan karşılıklarına rastlanabiliyordu.

Sözgelişi, nesneler dünyasında “Sen kimsin?” sorusuna kimse, hayvan yaşantısı sürenler bile, “ben hayvanım” demediği halde, özneler dünyasında “Ben hayvanım.”, “Ben eşeğin biriyim.” sözleri istenildiği kadar kullanılabiliyordu. 

Üstelik deneyler dünyasında bu soruyu öyle herkese sormağa da gelmiyordu. Kimi kişilere “Kiminle görüşüyorum efendim?” ya da “Kimden şeref alıyorum efendim?” denilmesi gerekti.”



Çarşamba, Aralık 04, 2019

Nasıl kutladılar ?



Kabakçı Mustafa var pazarın girişinde zihnimden kendisine bir hikaye biçilen. Bugün dördüncü sabah onu gördüğüm, elimde mezura, makas, dikiş iğnesi, iplik, işaret parmağımda yüksük, bir elbiseyi prova ediyoruz beraber. Atölyenin antresindeki aynanın önünde salınıyor bir yetmişlik kavruk bedeniyle teyelli İngiliz kumaşı üstünde. “sık dokunmuş fakat hava alma özelliğine sahip şıkır şıkır bir kumaştır!” ağzıma pelesenk olan cümlemi yeniden söylüyorum yılların ağzı laf yapan bezirganı karakterinde. Kabakçı Mustafa yüzüme bakıyor ne anlatıyor bu gibilerinden, bir sessizlik oluyor kısa bir süre, “galiba yanlış yaptım!” diye düşünüyorum Kabakçı Mustafa’ya İngiliz kumaşından bir elbiseyi yakıştırmakla. Oysa dört gün önce Kabakçı Mustafa’yı gördüğümde ne kadar da uzantısıydı kemerli burnunun, nasırlı ellerinin, kışlık postallarının, kabak kokulu kirli lacivert önlüğünün, nasıl da konfor alanındaydı o iki liseli genç kız gelip de üç adet kabağı çek-çek arabaya koyarken. “Halloween” ya da “Cadılar Bayramı” vesilesiydi kızların pazarın girişine çeken. Ve nasıl da doğal ve şaşkındı “Bu gabakları n’apceniz bi bilsem gari?” diye soran Kabakçı Mustafa’ya kıvırcık saçlı pıtırcık olanı ağzını yayarak “haloveeennn amcaaaa!” diye cevap verdiğinde. Pazar her gün olduğu gibi hareketliydi, kuru yemişçiler, sebzeciler, meyvacılar, bilumum pazar esnafı ekmeğinin,  alıcılarsa fileyi taze ve hesaplı doldurmanın peşinde. İki kız kabakları çek-çek arabayla alıp götürdüler.  Kabakçı Mustafa bu iki cimcime kız uzaklaştığında düşünmeye başladı , başka bir şeyler düşünüyordu, haftanın beş günü semt pazarlarında kamyonetine yüklediği bu koca koca bal kabakları değildi düşündüğü, başka bir şeyler olduğu belliydi, uzaklarda bir şeyler, o sihirli sözcük “neydi o gızın sölediği? Haloo neydi? Hah haloven!” Kabakçı Mustafa dünyanın bir ucundaydı artık, Allahına kurban olayım diye şükrediyordu Yaradanına, neler yaratmışsın, bak şu Allahın işine, sen bir bal kabağını bir ton yarat, sonra bir de kabakların bayramını yap, ne insanlar vardı şu dünyada, ne farklıydı kültürleri “ya şu biizim gızlar hangi ara nirden öğrendiler cadı-madı bayramını?”



İşte hal böyleyken, Kabakçı Mustafa’yla ben bu ahval ve şerait içindeyken sıyrıldık yaşantımızın bir an kesişen kesitinden, daha doğrusu Kabakçı Mustafa’ydı sıyrılan bal kabağı satışına devam ettiğinde. Bense o resimden sonra dört gün yattım kalktım bir elbise biçtim Kabakçı Mustafa’ya İngiliz kumaşından Olmadı, uymadı, sırıttı, “Müslüman mahallesinde salyangoz satmak!” sözü düştü aklıma, muhtemel ki şu kısa hikayeye uygun düşen bir hikayesi olmalıydı. Devran dönüyordu ve Kabakçı Mustafa’dan kurtulmuştum dört günün sonunda fakat bu sefer de şu iki cimcime kız düşmüştü aklıma! “Cadılar Bayramını nasıl kutladılar?” diye…



Boyalı Kuş

Jerzy Kosinski Boyalı Kuş’ta bir kuşçudan bahseder kitabın bir yerinde, kuşçu biraz psikopat ve sadisttir, sevgilisi ortalıkta görünm...