Perşembe, Şubat 28, 2019

Moldovya’nın Tarihi Günü



Tenis sporunda güç dengelerinin değişmesinde şans faktörü pek fazla bir şey ifade etmez. Tenis topu da yuvarlaktır ama futbolda olduğu gibi “top yuvarlaktır ne yapacağı belli olmaz” gibi bir deyimi tenis topuna uyarlayamayız. Çalışmak esastır tenis sporunda. “İlahlar istemedi” diyemezsiniz çünkü ilahlara yer yoktur tenis sporunda. Çalışmak esastır ama devamlılık da esastır, vazgeçmeden, bıkmadan, yılmadan, oyunda kalma arzusunu devamlı körükleyerek. Bazen düşünüyorum Türk tenisi neden dünya tenisinin bu kadar gerisinde diye 4,5 milyonluk bir ülkenin tenisçisi çıkıp ATP seviyesinde bir turnuva kazandığında. Bir gün Türkiye sınırlarından bir tenisçi çıkıp ATP seviyesinde bir turnuva kazanabilecek mi acaba ? O günleri görebilecek miyiz ?


Bu ülkenin bir ferdi olarak yukardaki düşünce ve duygularımın çatışmasına neden olan sportif hadise geçtiğimiz günlerde Moldovyalı Radu Albot’un Florida Delray Beach’de İngiliz Daniel Evans’ı yenip kupayı kazanmasıydı. Moldovya’nın nüfusu 4,5 milyon civarında, ülkenin toprakları 33,000 km2, yani hem nüfus hem yüzölçümü Türkiye’nin yaklaşık yirmide biri. Türkiye dünya ekonomik büyüklük sıralamasında ilk yirmide yer alırken Moldovya ilk yüzde bile değil, kaçıncı olduğuna dair bir sıralama yok. Radu Albot Moldovya Kişinev’de yaşıyor. 29 yaşında ve Florida’da kazandığı kupayla Moldovya tarihine geçti. Radu Albot kariyeri boyunca ilk yüzün sınırlarında dolaştı durdu sürekli. Bu başarısıyla dünya 52.cisi olarak dünya sıralamasında yerini aldı. ATP Türk tenisinde şu sıra sıralamada Cem İlkel 251.ci sırada, henüz 23 yaşında ve aktif turnuvalara katılıyor. Bir zamanlar büyük umutlarla Özbekistan’dan getirilen Marsel İlhan’sa şu an 31 yaşında olup sıralamada bile değil. Bir ara ilk 100’e girmeyi başarmıştı. Bu saatten sonra geri dönüşü mucize olur.

Belki bir mucize olur Türk tenisinde bir gün. Belki başka mucizeler de olur güzel yurdumun topraklarında. İşimiz mucizelere kaldı ne yazık ki.







Pazartesi, Şubat 25, 2019

Buzlar Çözüldüğünde



“Mandabatmaz’a gidemedim sonuçta… Kim sevindi Nessuno!” dedi kırmızı şapkalı kız. Bir an bakıştık. Gülümsedik.

“Ama” dedi “hiç kimse kendine hiç kimse demiyor Nessuno bilmem bunun farkında mısın?” diye sordu muzip bir tavırla, çok oyuncu bir karakterdi. Farkındaydım. Fazla düşünmedim. Bildiğim yerden gelmişti.

“Çünkü” dedim “herkes kendini bir kimse zannediyor hiç kimse olduğunu bilmediğinden.”

Sustum yeterince açıktı. Fakat durmaya niyeti yoktu. İyi bir satranç oyuncusu olduğunu sonradan öğrenecektim.

“Ekonomik durumlar Nessuno” dedi “hiç kimse” olunca ödeme yapmıyor hiç kimse”

Doğrusu iyi yerden vurmuştu. Kuru felsefe karın doyurmuyordu. Sırf felsefeden anladığın için bakkal beyaz peyniri yağlı kağıda sarmazdı.

“Haklısın” dedim fakat benim de durmaya niyetim yoktu “maaşı tıkır tıkır yatan ama mutsuz çok tanıdığım var!”

Sustu. Bu sefer ben iyi yerden vurmuş olmalıydım. Aramızda hayali bir satranç tahtası vardı, düşündü ve hamlesini yaptı:

“benim de parasız olduğu için mutsuz tanıdıklarım var” dedi.

“ama” kelimesini kullanmadan başarılı bir karşı hamle yapmıştı. Bu minvalde gidersek tekrara düşerdik. Birimizden birinin fikri çürüyebilirdi sonuçta bu da o düşüncenin zayıflığını göstermezdi öte yandan. Yeni bir “ama” sözcüğü kullanmak istemiyordum bir tanesi yeterliydi.

“Bu yüzden Mandabatmaz var!” dedim gülümseyerek. Mizah unsurunu unutmamalıydık. Biraz gülümsemek iyi gelirdi insanoğluna.  
“Yaşasın Mandabatmaz!” dedi gülümseyen gözleriyle “ne zaman gidiyoruz Mandabatmaz’a?”

“Havalar ısınır ısınmaz !” dedim işi tatlıya bağlamış insanların rahatlığıyla.

Biri, Öteki ve Hiç kimse



Namaste’yi buldum. Flüt çalan müzisyene odaklandım biraz. Fondaki kuş seslerini dinledim. Bir süre kendimi bir ormanda hissettim. Bir klaksiyon sesi duydum sokaktan gelen, tekerleklerin ıslak asfalttan çıkardığı hışırtıyı da duydum arkasından, Namaste ve trafik arasında kaldım. Bu şehirde hepimiz aradaydık. Araftakilerdik. Araf sakinleriydik. Araflıydık fakat İstanbulluyuz diyorduk. Mesela metrobüste kulaklığıyla Namaste dinleyen genç kız tam bir Araflıydı hem ordaydı hem de başka bir yerde. Hep iki yerdeydik. Fiziken orda zihnen başka bir yerde. Pirandello aklıma geliyordu hep parçalı haller söz konusu olduğunda. Biri, Öteki ve Hiç kimse. Ya biriydik ya da öteki. Fakat hiç kimseydik aslında. Uzaydan bakıldığında hükmümüz yoktu. Bir zerre bile değildik kainatta.

Cuma, Şubat 22, 2019

*Kendini Gerçekleştiren Düşünce



Bir önceki günün aksine çok enerjik kalktı. Uykusunu almış, kemikleri dinlenmişti. “İnsan düşünmeden yaşayabilir” diye düşündü, aslında bunu Cortazar düşünmüştü. Bir süre önce sabahları kalktığında hapşururdu arka arkaya, daha gün ağarmamış olurdu. Evin sakinleri şikayet ederdi onlar uyurken hapşurmasından. Uykularını bölermiş hapşuruklar. Oysa isteyerek hapşurmazdı ki ? Kendiliğinden gelirdi hapşuruk, düşüncesi olmadan gelirdi. Şimdi bu sabah yine gün ağarmadan, bir süredir hapşurmadığını farketti. Bir süredir hapşurmuyordu sabahları. Hapşuruk kesilmişti bu gerçekti. Tuhaf şeydi doğrusu ! Hiç farketmemişti. Cortazar’ın “İnsan düşünmeden yaşayabilir” düşüncesini düşündüğünde farketmişti bir süredir hapşurmadığı gerçeğini. Fakat bu gerçeği düşününce, hemen arkasından hapşurdu. “Hayret bir şey ! Gerçekten ne düşünürse insanın başına geliyor” diye düşündü.


Tenise ilk başladığında servis atışlarında çift hata yapacağını sık sık düşündüğünden çift hata yapardı. Zamanla düşünmeden servis atmayı öğrendi ve çift hataların sayısında ciddi bir düşüş oldu. İnsan düşünmeden yaşamayı öğrenmeliydi gerçekten, en azından zaman zaman düşünmeden yaşamalıydı.


Servis atarken çift hata yapma oranı kadın tenisinde erkek tenisine göre yüksektir. Aynı şekilde servis kırdırma oranları da yüksektir. Demek ki kadınlar daha çok düşünüyor. Cortazar’ın “İnsan düşünmeden yaşayabilir” sözünden bahsetmeli kadın tenisçilere. Bu düşünce Nessuno’nun işine yarıyor, “yaşayabilir” olanı “yazabilir” şeklinde değiştiriyor, iyi de yapıyor, çünkü fazla düşündüğünde “yazamıyor”, otosansür kurulu harıl harıl çalışmaya başlıyor.
Bazı durumlarda arabayı bir yere parketmek zordur.  Daracık bir yere ters-paralel park etmekse daha zordur. Burda da düşünme sıkıntısı var. Arabayı vuracağını düşündüğünde ya ön çamurluğu öndeki aracın arkasına ya da arkayı kaldırımın kenarına sürtüyor ya da düşünce gerilim yarattığından tuhaf bir şekilde arabayı orada öyle bırakıp çıkıyorsun. İcat edilen park sensörlerine rağmen yine de sıkıntı çözülmemişe benziyor. Şehrin sokaklarında bu düşüncenin gerilimi yüzlerine yansımış kadın sürücülere sık sık rastlandığından kadın sürücülerin ters-paralel park etme konusunda erkeklere göre daha fazla sıkıntı yaşadığını söylemek çok uzak bir tespit olmaz. Ne zaman kaldırımdan bir metre açığa bırakılmış, daha doğrusu terk edilmiş gibi görünen bir araba görsem sürücüsü yüzde doksan kadın çıkıyor. Tek tük erkek sürücüler de çıkmıyor değil öte yandan. Fakat kadın olsun erkek olsun mesele aynı, içinde bulunduğun eylemin başarısız olacağı sonucunun eylemin özgürce akışını engellemesi. Düşünmeden yaşamak mümkün Cortazar’ın dediği gibi, fakat hatırlamak işi bozuyor. Hatırlamaksa yaşamaktan çok faklı bir şey ve insanı daha çok kapsayan bir yanı var.

Nessuno herşeyin düşünceden kaynaklandığını düşündüğünde bu sabah vakti biraz kalem oynattı düşünceye dair, fazla gevezelik etmek istemiyordu ama daha söyleyecekleri vardı, mesela futbola dair bir şeyler vardı kafasında. Futbol erkek işiydi sonuçta. Fakat modernleşen dünyada kadınlar futbola da el attılar. Nessuno kadın futbolunun estetik bir yanı olduğunu düşünüyordu; kıvrak bilekler, esnek bacaklar, güçlü baldırlar, bir atın yelesi gibi koşarken havalanan saçlar, görsel olarak erkek futbolundan çok farklıydı kadın futbolu. Tam bir seyir şöleniydi kadınların koşuşturmaları. Okuyucunun “yazının futbolla ilgisini anlayamadık” diye sorma ihtimali karşısında, konu dışı olmadan yazdıklarını bağlaması gerektiğini hissetti hemen Nessuno. Tüm konu dışı severliğine karşın hem Laurence Stern hem de Jerome David Salinger bir noktada yazılanları bir yere bağlardı. Nessuno’da öyle yapacaktı, düşündü ve soruyu sordu :

“Peki kadın futbolcuların penaltı kaçırma ya da kadın kalecilerin topu tutma oranlarıyla ilgili istatistiksel bir bilgi var mı elimizde ?”


Bilinmiyor. Fakat bir kitap var elimizde. 90’larda yayınlanmış. *“Kalecinin penaltı anındaki endişesi” romanın izlekleri arasında modernleşen dünyanın yarattığı gerilim, boşluk ve iletişimsizlik göze çarpar. “Penaltıda asıl endişelenen kaleci değildir. Kimse golü yedi diye kaleciyi eleştirmez. Ya atacak olan? Eğer kaçırırsa, dünya başına yıkılır. O halde doğrusu “Penaltıcının endişesi” olmalı” der Handke. Çocukluğumdan beri Galatasaray’ı tutarım. Geçen yıl şampiyon olmamıza rağmen, Gomis gibi süper bir santroforu kaybetmiştik sezon sonunda. Gomis’in başını kritik maçlarda arka arkaya kaçırdığı penaltılar yemişti diye düşünmek pek yanlış olmaz.  Geçen sezon Alanya deplasmanında takım galip gelmesine rağmen Gomis penaltıyı kaçırdığı için soyunma odasına kadar boynu bükük gitmişti, yüzünden düşen bin parçaydı.


Nessuno penaltıyı kaçırma düşüncesinin kaçan penaltılarda önemli rol oynadığını düşünüyor. “İnsan düşünmeden yaşayabilir”. Orhan Veli’de bu sıkıntıya değinmişti zaman zaman şiirlerinde. En akılda kalıcı olanı “Böcekler” şiiri olabilir bu sıkıntıya dair :

“Düşünme,
Hayal et sade,
Bak böcekler de öyle yapıyor…”


Karıncalar bilmeden sever… 

*fazla düşündüğünde sevemezsin…  

*“Kalecinin penaltı anındaki endişesi” Peter Handke



Salı, Şubat 19, 2019

"Yine mi?" diye sordu yine...


“Cam kasenin dibindeki sütün yüzeyinde kalan son koko pops taneciğini kaşığıyla yüzdürmeye başladı.” diye bir cümle kurdu bir süredir sütün yüzeyindeki koko pops taneciğiyle oynadığını farkettiğinde.

Arkasından neler geleceğini düşünmeye başladı. Son koko pops taneciğini ağzına attı kararlı bir şekilde. Düşünce parçacıkları ısınmış civa parçacıkları gibi hareketlenmişti. Onları tutmaya karar verdi. Tutabilirdi. Tutmanın heyecanıyla salondan çıktı, mutfağa geçti.

Bugün de böyle başlayacaktı güne: Bir kakao pops taneciğinden yola çıkacaktı. İnsan herşeyden yola çıkabilirdi sonuçta. Nereye gittiğin değil gidip gitmediğin, yolda olup olmadığın önemliydi. “Kervan yolda düzülür” demişti atalarımız.

Fakat bir şey daha vardı yapması gereken, basit bir şey, dişlerini fırçalamalıydı, fazla sürmezdi nasıl olsa, o kısa sürede ısınmış civa parçacıklarını elde tutmak zor olmazdı.

Fakat bir şey daha çıktı. Sindirim sistemi çağrıyordu. Bir basınç hissetmeye başlamıştı altta. Klozet-sifon sürecine girmek zorundaydı. Oturdu. Bekleme süresinin ne kadar sıkıcı olduğunu düşündü. Öte yandan ordan rahatlarken daha özgürleşiyordu zihni sanki. Civa parçacıkları daha da hareketlendi. Oturma sürecini çok kısa tutmalıydı. Acaba doğru muydu ? En yaratıcı düşünceler burda mı gelirdi insanın aklına. Eski kız arkadaşının işlettiği bir kafede ortağı sormuştu bir gün “Siz erkekler neden tuvalette gazete okumayı bu kadar seviyorsunuz?” “Genellemeleri sevmem ama…” diye cevaplamıştı soruyu “şahsen ben tuvalette fazla uzun kalmam, orda geçen süre zaman kaybı gelir.”

Klozet-sifon sürecinde beklerken yazmayı hiç denememişti, deneseydi belki verimli bile olabilirdi. Aksine bir an önce çıkmak istiyordu. Bir an önce dişlerini fırçalamak istiyordu. Isınmış civalar çılgına dönmüş gibiydi. Onları tutmalıydı bir an civa tanecikleri sağa sola saçılmadan. Bir an önce babasından kalma ahşap çalışma masasının başına geçmeliydi. Bu rutin işler sıkıcıydı. Gerekli-gereksiz bir sürü bekleme süreci vardı hayatta. Üstelik bunların hepsi için çalışmak zorundaydı. Para kazanmalıydı. Parasız hiçbir şey yoktu hayatta. “Hava bedava, su bedava…” diye bir şarkı vardı, ironik tabii, dalga geçiyordu besteci, herşeyin paralı olduğunu bildiğinden.

Atlanması gereken monoton halkalar vardı. Onları günlük mania ya da sıradan manialar diye görmek mümkündü; bunlar vardı, gündelik sıradanlıklar senin seçimin değildi, mutfağa, tuvalete, trafiğe girmek zorundaydın, bunlar aşman gereken halkalardı, önemli olansa sana özel seçimlerindi, özel bulduğundan heyecan duymandı. Heyecan duyuyordu. Birazdan klozet-sifon sürecini tamamlayacaktı, bu süreçte heyecan duyabildiği için Yaratıcıya teşekkür etmesi gerektiğini düşündü. Etti de… Ne bu süreçte ne de başka süreçlerde heyecan duymayan, yaşadığını zanneden, yaşayan ölüler aklına geldi. Onlardan ne kadar çoktu hayatta. Heyecan beklentisini para kazanmanın dar kalıpları arasına sıkıştırmış, sayısal başarılarının çetelesini tutarken ne kadar becerikli olduğuyla övünen egonun esiri olmuş tipler. Onlardan ne kadar çoktu çevremizde.

Küçümsemek değildi kendisi gibi olmayanı. Zaten kim öteki gibi olabilirdi ki? İnsan kendisiydi yalnızca. Sadece hep güç olanı seçtiğini düşündü. Oysa çoğunluk akıllıydı. Ve hep birlikte kalabalık geziyorlardı. Bizimkisi çaresiz bir yalnızlıktı. Çaresiz olduğundan değil, yalnızlık bir çare olduğundan, tıpkı sidikli kontes* gibi, o değil  miydi, ne kadar kötü kokarsak o kadar iyi, diyen. Ve sifonu çekti süreç bittiğinde. Dişlerini fırçalarken. “Yine mi ?” diye sordu yine.

*Can Yücel - Sevgi Duvarı

Pazar, Şubat 17, 2019

İçte ve Dışta


Gece yarısı… Gözlerim kapanıyor ama kararlıyım yarı finali seyredip öyle yatacağım. Saat 01:00’de bitiyor maç. Huzurla uyuyabilirim artık. Bilgisayarımı kapatmadan önce Momentos’un yeni bir yazısını görüyorum. Yazıyı burdan okuyabilirsiniz https://sezerozsen.blogspot.com/2019/02/gidiyorum.html
22 dakika önce yayınlamış. Seviniyorum. Bilgisayarındaki arızadan dolayı uzun zamandır yazamıyordu bloğunda. Kısa bir yazı değil yazdığı. Ölüm teması, intihar eden bir tanıdığından bahsediyor. Bir yorum yazmayı düşünüyorum, göz kapaklarımın ağırlaşmış olması, yarı uykulu halim ve konunun hassasiyeti engel oluyor, yazmıyorum, yatak odasına geçip, beş dakika içinde uykunun kollarına bırakıyorum kendimi.
Önceki gün metroyla Kadıköy’e giderken Charles Bukowski’nin hayattan ayrılmadan son birkaç yıl önce yazdığı günlükleri okumaya başlamıştım. “kaptan yemeğe çıktı ve tayfalar gemiyi ele geçirdi” Gün içinde fırsat buldukça bölüm bölüm okumuştum. “Kendimden memnun olmaktan çok uzağım, içimde denetleyemediğim bir şey var” diye yazmış 1991 yılında günlüğüne, devam eden satırlar intihar düşüncesine ait “Arabamla bir köprüden geçiyorsam aklımdan mutlaka intihar geçer. İntiharı düşünmeksizin bir göle ya da okyanusa bakamam. Çok durmam üstünde. İNTİHAR. Aniden yanan ışık gibi. Karanlıkta. Çıkış yolu olduğunu bilmek içerde kalmayı kolaylaştırır. Anlıyor musunuz? Yoksa sonu deliliktir. O da hiç hoş değildir dostlarım.”
Pek çok ünlü-ünsüz yazar kendi hayatına kıymıştır bugüne kadar. İntihar düşüncesinin, yazarların hayatları içinde normal insanlara göre daha fazla yer bulduğunu söylemenin yanlış bir tespit olmayacağı kanaatindeyim. Bukowski’nin günlüğüne dönersek yukardaki satırlara şöyle devam etmiş: “Ne zaman iyi bir şiir yazsam koltuk değneğidir benim için. Başkalarını bilmem ama, ben her sabah ayakkabılarımı bağlamak için eğildiğimde içimden “ey büyük Allahım yine mi?” diye geçiririm.”

Önceki gün Momentos’un paylaştığı “Gidiyorum” adlı yazıya yapamadığım yorum belki de şu an yazdıklarımın çıkış noktası oldu. Bu arada Momentos’un bloğuna girip bir yorum bırakıyorum, kısa bir yorum, zaten yorumlar genellikle kısa olur, “Değişik ve cesur bir paylaşım olmuş. İntihar düşündürücü bir konu gerçekten…”

Annem uyanıyor bu arada. Karanfil izinli olduğundan, bugün bakıcılık sırası bende. Haftanın bir günü bütün günü evde geçirmem iyi oluyor öte yandan, haftanın yorgunluğunu atıyor, yazacaklarımı yazıyor, okuyacaklarımı okuyorum. Mutfağa geçiyorum annemin kahvaltısını hazırlamak için. Antrede ahşap konsolun üstündeki cep telefonum bipliyor, sesli bir What’s Up mesajı, Momentos’un sesindeki hüznü farketmemek imkansız. Cevap yazmak yerine telefonla arıyorum hem kafamdakileri sözle ifade ederim hem de belki  konuşmak arkadaşımın hüznünün dağılmasına neden olur diye düşündüğümden.

Haliyle ölüm ve intihar kavramları ağır basıyor konuşmaya başladığımızda. Ölüm kaçınılmaz gerçeği yaşamın. İnsan hayatı boyunca bu kaçınılmaz sonu bilmenin yarattığı bir çelişkiyle yaşar. En temel gerçeği olmasına rağmen onu unutmaya çalışır daima. Dokuz yıl önce bundan önceki “Ben Nessuno” adlı bloğumda yazdığım bir yazı HaberTürk gazetesinde “bloglardan” köşesinde yayınlanmıştı, orda şöyle yazmıştım unutma çabamıza dair:

 “Ama hayat her zaman acıların çocuğunu oynamıyor, sahnede her zaman dram oynanmıyor, komedi de var, tiye almakta, ne kadar tiye alıyorsun o kadar unutuyorsun, unutmak, unutmak değil mi bütün derdimiz dostum, arkadaşım, unutmak değil mi, hadi söyle, unutmak için değil mi bütün çabalar, ilaçlar, şarkılar, müziğin ritmi, dansın ruhu, seksi adımlar, takılar, şapkalar, sinemalar, hikayeler, güzel yemekler, yıllanmış şaraplar, keyifle tüttürdüğüm purolarım, herşey unutmaya çalışmaktan ve unutamamaktan ibaret, işler böyle yürüyor… Caddeye bakıyorum yine, caddenin az önceki halinden eser yok, boşalmış, hayat gibi bir boş bir dolu, Gülşen çıktı, fileli çorabını okşuyor, gözlerim takılıyor, yazmayı bırakıyorum…   

Oldukça hızlı seyreden bir yazıydı, bir solukta çalatuş yazmıştım.
Sol alt baldırım çok daha iyi şimdi. Havayı değiştirmenin zamanı geldi. Biraz da yaşamdan bahsedelim.  Geçen hafta kortlara döndüğümü söylüyorum Momentos’a, bir de üç gün arayla yaptığım iki tekler maçından. Her iki oyuncuyla da ilk kez oynadım. İlk rakibim çocukken tenise başlamış tecrübeli ve çok iyi bir oyuncu, son derece temiz, akademik bir tenis oynuyor, ben de ayak uyduruyor, muhtemelen hayatımın tenisini oynuyorum, özgüvenim sağlam ayrılıyorum korttan. İkincisi ise son anda piyangodan çıktı. Junior seviyede birincilikleri olan arkadaşımın sağlık sorunu nedeniyle gelememesi nedeniyle. Piyangodan çıkan oyuncu yeni başlayanlar seviyesinde. Kolay bir maç olabileceği yanılsamasıyla başlıyorum maça. HATA ! Rakibini asla küçümsemeyeceksin! Çünkü rakibin seni ciddiye almış olabilir. Ve sen rakibini küçümsemenin rahatlığıyla başlarken maça o ciddiye almanın gücüyle daha kuvvetlenmiştir. Yanlış yaklaşımın sana bir şey kazandırmıyor ama rakibini güçlendiriyor. 
Tenis sporunun sevdiğim yanlarından biri de her daim yeni bir şeyler öğrenme şansının olması. Öte yandan adrenalin ve mutluluk hormonu salgılıyor aktivite sırasında beden. Şiir Bukowski’nin koltuk değneğiyse hayata karşı tenis de benim koltuk değneğim birlikte gevşiyoruz ve şalterin atmasını engelliyoruz. 
Yazıya son noktayı koymadan önce. Bazı yazarların koltuk değneklerinden bahsetmek istiyorum kısaca: Ernest Hemingway hem boks yapardı hem de arena’da boğa güreşleriyle farklı enerjiler toplardı kendine. Bukowski at yarışlarına olan ilgisiyle tanınır, “kaptan yemeğe çıktı ve tayfalar gemiyi ele geçirdi” adlı günlüğüne girişi şöyle: “Hipodromda iyi bir gün Tahminlerimin tümü tuttu nerdeyse. Yine de sıkıcı olabiliyor orası, kazanınca bile. İki koşu arasındaki otuz dakikalık bekleyişler yüzünden; hayatın hiçliği akıp gidiyor. İnsanlar kasvetli görünüyorlar orda, çiğnenmiş. Ben de aralarındayım. İyi de nereye gideyim ? Müzeye mi? Bütün gün evde oturup yazarcılık oynamayı bir düşünün. Küçük bir eşarp bağlayabilirim boynuma.”
Bir başka yazar Charles Dickens’da iflah olmaz bir hayvansever olarak geçmiş edebiyat tarihine. Onlarca kedi, köpek ve kuşlarıyla yaşamış pek çok farklı evde. İçlerinden “Grip” diye seslendiği bir kuzguna o kadar bağlanmış ki, Grip öldüğünde tahnit ettirip çerçeveletmiş onun çerçevenin karşısına geçip zihnin makaslarını değiştirdiğini düşünmek sanırım pek uzak bir tahmin olmaz.
Bir de bizden bir isimden bahsedelim yazımızı bitirmeden önce: edebiyat tarihine renkli üslubuyla unutulmayacak romanlar bırakan Hüseyin Rahmi Gürpınar’dan. Heybeliada’da tepelerde bir köşkte yaşadı Hüseyin Rahmi Gürpınar. Yazı yazmaktan sıkıldığında köşkün denize nazır balkonunda oturur el işleriyle uğraşır, örgü örer, ördüğü takkeleri giyerdi. Bizzat kendi gözlerimle gördüm örgü işlerini bir yaz günü evi ziyaret ettiğimde. Bir de kafayı dağıtmak için mutfağa girip erik reçeli ve yaz aylarında dondurma yaptığından bahsedilir.




Salı, Şubat 12, 2019

Recep ve Züleyha



Arada hiç konuşmadan anlaşabiliriz sanırım. Tam bir sessizlikle… Belki Radiohead’den Karma Police çalar fonda, kafa açıcı bir yanı olabilir. Belki ortalarda gezinen bir kediye ihtiyaç da duyabiliriz, şöyle krallara bakabilen kedilere benzeyen kedilerden. Bir köpek de olabilir mi emin değilim, o kadar hareketli bir canlı fazla gelebilir, kaplumbağa da fena fikir değil, kara ya da su kaplumbağası farketmez, durağan, yavaş, tıpkı sevdiğim yavaş şehirler gibi.

Çok konuştuğumuz zamanlar olur kimi zaman. Ve sustuğumuz zamanlar. Kendi kabuğumuza çekilmiş oluruz sustuğumuzda tıpkı şurda kabuğunun içine çekilmiş kaplumbağa gibi. İki tane su kaplumbağası vardı bir zamanlar ofisimde, otelin direktörü kovulduğunda bana bırakmıştı cam fanusuyla, ben kovulduğumda Galina’ya bırakmıştım. Bir süre sonra evlenip Moskova’ya yerleştiğini duydum Galina’nın kaplumbağaları da yanında götürmüş, belki arada kaplumbağalar benden bir şeyler hatırlatmıştır ona, ne oldu o kaplumbağalara, bilmiyorum, bir daha haber alamadım, bilinçaltımda kalmışlar ama, adları Recep ve Züleyha. Moskova’da onlara bu adlarla mı seslendiler bilmiyorum. Özellikle Züleyha’ya dili dönmezdi Galina’nın…


Pazar, Şubat 10, 2019

Bugün Pazar...


Gülüyorum ama keyiften değil… Diz üstünün güç bağlantısında bir temas sorunu vardı bir süre önce, bağlantının saniyelik bir oynayışı sonucunda, enerji kesiliyor makine kapanıyordu, tam teknik servise göstermeye karar vermiştim ki, makine kendi kendine düzelmiş, yaklaşık bir aydır herhangi bir sorun çıkarmadan çalışmıştı diz üstü.

Dün akşam iki üç defa güç bağlantısındaki bu sorun yeniden ortaya çıktı, bütün akşam bağlantıya dikkat ederek çalıştım. Bu sabah, güç bağlantı kablosu yine oynadı, makine shut-down oldu, yazdıklarım da otomatik save edilmemiş, ne yazmıştım, bir üç yüz kelime kadar olmalı, peki nerden başlamıştım, kabaca bir şeyler var aklımda, fakat bilgisayar save etmemişse  yazsan bile uçup gidiyor, galiba teknik servise göstermem elzem oldu diz üstünü.


İlk cümle nasıldı yazdığım yazıda ? Nasıl başlamıştım? Hatırlamıyorum! Annemden bahsetmiştim girişte galiba, dün 21:30 gibi kalkmıştı, Karanfil izindeydi, saat 22:00’ye kadar volter koltuğunda oturmuştu, süper tennis yayın akışından öğrendiğime göre gece saat 04:00 civarı iyi maçlar vardı, Arjantin Cordoba yarı final maçı naklen, Fransa Montpellier yarı final maçı banttan, anneme saat dörtte kalkacağım için erken yatacağımı söyledim, o da ben de yatayım o zaman dedi ve odama geçip 1.60x2’lik yatağımın sol yanına uzandım, sol yanımda babamdan kalma ahşap sehpanın üstündeki tablete kayıtlı new age tarzı meditasyon-uyku müziğini bir saate ayarladım, sağ yanımdaki kitap-defter arasından dört beş gündür okumakta olduğum Çağatay Yaşmut’un Kadıköy Cinayetleri’ni alıp, kaldığım yerden okumaya başladım, bir yirmi sayfa okumuştum ki göz kapaklarım ağırlaşmaya başladı.


Yatmadan önce sabahın 04:00’üne kurduğum alarmın sahile vuran dalga ve martı çığlığı efektli zil sesiyle gözlerimi açmam ve sahilde kumsalda değil de yatağımda olduğumu algılamam birkaç saniye sürdü. Elim otomatik bir şekilde alarmı susturmaya ve gece lambasına uzandı, o arada gözlerimi de oğuşturdum. Rem uykusunda olmalıydım, kan uykusundan uyanmış da denilebilirdi, gerçekten kalkmak istiyor muydum, bu işten para kazanmıyordum, kalkmak zorunda değildim, birkaç saniye arada kalıp tereddüt ettim, kendimi tekrar yatağa bıraktım, gece lambasının ışığını kapattım. Fakat bir dakika geçmemişti ki şu soruyu kurarken yakaladım kendimi “Kaç saat uyudun toplam?” kendi sorumu cevapladım “beş buçuk saat uyumuşum”. Hayatım boyunca sekiz saatten fazla uyuduğum dönemler sınırlıdır, genellikle altı belki yedi, aşırı yorgunsam sekiz, fakat beş saatlik uykularla peş peşe günleri geçirdiğim çok olmuştur. Uyandım doğal olarak zihin faaliyete geçmişti, zihne kızmadım, zihin bağımsızdı, özgürdü, düşünmek istediğinde düşünürdü, hiç kimse, hatta Nessuno bile engelleyemezdi. Osmanlıca “hail olmak” diye bir kelime vardı, Tüyap Kitap Fuarında Can Yücel’den duymuştum ilk kez, elimdeki “Altısı Bir Yerde” adlı şiir kitabını imzaladığında: “yoldaş hail olmuyor en önde giden yaşasın!”.    

Ciao Bella



İtalyanca konuşmama ve bir süre İtalya’da yaşamış olmama rağmen Macerata’nın adını yeni duydum. Tenis tutkum olmasa belki de hiç duymayacaktım. WTA dünya 28 numarası Camila Giorgi Macerata doğumluymuş, İsviçre Biel Tenis Arena’da İsviçre-İtalya arasında oynanan Fed Cup Kupasında Camila Giorgi ve Viktorija Golubic arasındaki maçı seyrederken duydum Macerata’nın adını. Tipik bir ortaçağ İtalyası şehri, bir tepeye kurulmuş şehir vadiye bakıyor, yılankavi bir yokuştan tırmanılarak çıkılıyor şehrin merkezine, benzer diğer İtalyan şehirlerinde olduğu gibi tren istasyonu ve resmi daireler şehrin girişinde aşağıda. İlk bakışta yapılarda kullanılan malzemenin ağırlıklı taş olduğu görülüyor. İtalyanlar taş işinde ustadır, duvarcılık İtalyanlar arasında yaygın bir meslektir ve İtalyanlar taşla uğraşmaktan duvar örmekten gurur duyarlar. Aklıma hem İtalyan kökenli olan hem de dedesi ve babası duvarcı olan John Fante geliyor, pek çok romanında babasının duvarla olan ilişkisini hikaye etmiştir, özellikle, “Üzümün Kardeşliği” İtalyanların duvarcılık mesleğine çaktığı selam gibidir adeta.



İtalya’da yaşadığım günlerde özellikle turistler İtalyan zannederler ve adres sorarlardı “San. Lorenzo kilisesine nerden gidebiliriz?” gibi otobüs durağında 23 numarayı beklerken mesela ya da “Orvieto’ya nasıl gidebiliriz gibi?” işin ilginç tarafı sadece turistler değil İtalyanlar da adres sorardı, adresi biliyorsam tarif ederdim, eğer soruyu soran turistse İngilizce tarif ederdim, o zaman “İngilizce bildiğini göstermeye çalışsan işgüzar bir İtalyan genci” diye düşünürlerdi, yok eğer adresi soran İtalyansa İtalyanca tarif ederdim, bakın şimdi “torna sinistra dopo destra giu Lorenzo chiesa la, va bene, capishe!” fakat aksanımdan uyanırdı İtalyan cingöz Recaileri, o zaman şaşırmış bir ifade görürdüm yüzlerinde, çok hoşuma giderdi o ifadeyi görmek.



Bazen bir tür oyun oynamaktan hoşlanırdım, mesela kaldığım pansiyona yeni gelen alman kızla mutfakta karşılaştığımda benim İtalyan olup olmadığımı sorardı ben de Praglı Victor’a göz kırpardım dalga geçmek istediğimden, o zamanlar Nessuno’yu bilmezdim, bilsem belki “ben Nessuno” derdim, sonra bir ara açık ederdim Türk olduğumu, o zaman hiç Türk’e benzemiyorsun derlerdi, “Türk neye benzer?” diye sorardım, Almanya’da gördüğü işçi türklerden bahsederdi alman kız, hepsinin bıyıklı olduğundan, çok kısa boylu olduklarından, esmer olduklarından, kısacası Anadolunun çilekeş insanını tarif ederdi, oysa bana göre belli bir Türk tip yoktu, anadoluda sarışın mavi gözlü çok insan görmüştüm, bazıları tipik bir İskandinavyalıya benzerdi, sanki Viking kanı taşıyormuş gibiydiler.


Bir tür açık tiyatro sahnesiydi İtalya şehirleri. İtalyan halkı doğuştan oyuncuydu, taksi şoförü bile oynardı, öyle klark çeken taksi şoförlerine rastladım ki, bazen insan onların tedbil-i kıyafet gezen Holding geosu olduğunu falan sanabilirdi kolayca, o duruş, direksiyonun başında o cool ifade ve şık bir kıyafet, yurdum taksi şoföründen çok farklı tipler kısaca.


Orda burda şarkı söyleyen ıslık çalan İtalyana sık sık rastlardım, inşaatta çalışan İtalyan işçi Vivaldi’nin Dört Mevsim’ini ıslıkla çalardı şaşırtıcı bir akustikle kirli sakallı beyaz bandanalı işçi adagio başlar allegroya geçer ve presto finale ile bitirirdi konçertoyu, tanrı vergisiydi bu yetenek, ıslık konçertosunu dinlerken “hava bedava su bedava” şarkı sözlerine “hem ıslık çalmak hem de dinlemek bedava” sözcüklerini eklerdim, sonra otobüste adamın biri birden “o sole mio” diye başlardı sanki kendi evindeymiş gibi kimseyi umursamadan adamın otobüste olduğunun farkında olmadığını, kafadan kontak bir durumu olduğunu düşünürdüm ama değildi İtalyan insanına özgü bir şeydi gördüğüm. Öte yandan enerji yayılırdı otobüsün içinde, az önce kendi halinde olan yolcuların yüzünde bir tebessüm kıpırdanması başlardı, yolcular birbirine bakmaya başlardı, yaşlı adamın söylediği “o sole mio” yolcular arası iletişime aracı olurdu.


Ege’den gelenler çizmeden yukarı çıkıp Perugia’ya girmişler, bunlar Etrüskler, Etrüskler’in kökeni nereye dayanıyor ?  Perugia’yı başkent yapmışlar, bir ortaçağ şehri, elli bin nüfuslu, yarısı üniversite öğrencisi, şehrin yarısı üniversite, Etrüskler kuzeyden gelenlerle papaz olmuşlar, fakat hemhal de olmuşlar halvete de girmiş olmalılar hatırı sayılır miktarda yoksa kuzeyin fiziki yapısı, açık teninden gelen hatlarıyla Etrsüklerin kemikli, esmer yapısı başka türlü harman olmazdı aksi taktirde, ortaya karışık çıkmış, metisko, işte İtalyan güzeli ve yakışıklı Adonis’i.

Perşembe, Şubat 07, 2019

fışkıran suyun üzerinde



Bir karınca kitabın sayfalarında geziyor. Okuduğum sayfayı çevirdiğimde sayfayla birlikte gözden kayboluyor. Çok geçmeden tekrar ortaya çıkıyor. Böyle böyle okuduğum sayfaları çevirdikçe karınca bir görünüyor bir kayboluyor. On onbeş dakika geçince iyice alışıyorum karıncaya, bütün bir kitabı birlikte mi okuyacağız acaba diye düşünmeye başlıyorum. Karıncayla birlikte okuduğum kitabın adı Yengeç Dönencesi Henry Miller, Avi Pardo çevirisi. Derken kültürlü karıncamız kayboluyor, kitabın sayfaları arasına bakıyorum, yok, sağa, sola, masanın altına bakıyorum,yok, karınca gitti, karınca okumaktan vaz geçti, belki de başka bir okuyucunun kitabının sayfalarında gezinmeye başlayacak. Okuma salonundaki birkaç okuyucuya bakıyorum o zaman. Benle beraber dört kişiyiz bu kuşluk vaktinde, ders çalıştığı belli iki öğrenci ve iki masa ötemde hangi kitabı okuduğunu göremediğim şişe dibi camına benzer gözlük takmış, saçları topuzlu genç kız, elindeki kalın kitaba nerdeyse gömülmüş. Çok geçmiyor birkaç dakika sonra kızın yüzünde bir gülümseme beliriyor, karınca orda mı acaba? Az önce okuduğum kitapta gezindiği gibi şimdi de topuzlu kızın kitabında mı geziniyor? Belliki karınca kitapları seviyor. Belli ki bilmediği kitaplar arasında gezinmek karıncamızı sevindiriyor.

Okuduğum kitaba dönüyorum, bir süre okuyorum. Henry Miller’in soyut, serbest çağrıştırımlar yaptıran imgeleri uyarıcı, uyanık tutuyor, uyuklamayı önlüyor, çünkü metin yoğunlaşmayı gerektiriyor. Fakat romanın karakteri uyukluyor bir an, muhtemelen az önce boşalmış, iki metrelik kamışıyla balina istirahatte, diyor anlatıcı. Bitiyorum benzetmeye ! “Penisleri kemikli hayvanlar. Kemik gibi deyimi buradan geliyor” İyi ki bu kemikli yapıya insanda rastlanmıyor. İnsan ırkı önünde kemikle dolaşırmış mesela, komik, ama kemikli olsaydık komik olmazdı. Yurdum coğrafyası ve kemikli erkekleri! Bu daha komik geliyor.


Bir anda hızlanıyor Henry Miller: “Kanguru çift penislidir. Birini hafta içinde kullanır, diğerini hafta sonları.”  Dinlendire dinlendire… Dikkatim dağılıyor, kızın yüzündeki gülümseme de kaybolmuş, acaba karınca başka bir okuyucunun kitabına mı gitti, kimsede tık yok, belki de aradığını bulamadı, raflardaki kitaplar arasında geziniyor, başvuru eserleri mi, çocuk kitapları mı yoksa edebiyat bölümünde mi, kimbilir, hiç kimse, nessuno.



Yengeç dönencesine dönüyorum tekrar. Henry Miller başkalarının sadece gıcırtı duyduğu yerlerde, kükreme işitiyor.

“fışkıran suyun üzerinde dans eden bir yumurta gibi”*

Takıldığında yola çık. Karınca gibi yolda…

*Henry Miller

Pazartesi, Şubat 04, 2019

Mektuplar Arasında



Telefonum çaldı. Açtım “iki saat içinde gelebilir misin” dedi arayan fakat gelemeyeceğimi sanki anında hissetmiş gibiydi ses tonumdan. Odamdaki derin sessizliğin rolü vardı, belki de fonda ki Portishead’in Roads adlı parçasının hafif hafif yankılanan tınısından, muhtemelen anında içinde bulunduğum anın meşguliyet içeren dış dünyadan izole edilmiş bir kesiti işaret ettiğinin farkına varmıştı. Sonra “peki yarın” dedi “yarın gelebilir misin?” ses tonunda hafif bir kırıklığı sezer gibi oldum, muhtemel bir hayal kırıklığının yansıması ses tonunun havada titreşen atomcuklarını ahizenin minik deliklerinden geçirmişti sanki, cevabım belliydi, o da anlamıştı cevap vermeden önce bıraktığım sessiz boşluktan, cevap vermesem de anlaşılmıştım, yarın da gelmeyecektim, hattta sorulmamış bir sorunun yani “daha sonra ya da daha sonraki günlerde gelecek misin?” sorusunun cevabı da verilmişti sanki, sessiz bir dille, ama yine de olabildiği kadar şevkatli olmaya çalışarak tamamladım dilimin ucundaki sözcükleri “maalesef yarın da gelemeyeceğim!” Durumum belli olmuştu söze hacet yoktu artık, kısa süren konuşma bitivermişti, telefon konuşması sonlandı, düz çizgili bir defterin üstündeki bitter çikolatanın tamamen bitmiş olduğunu farkettim canım fındık kremalı bir kahve çekti, mutfağa gidip sürahideki suyu ketıla koydum.

Kahve suyu fokurdarken çıkan su buharına baktım bir süre, eğer biraz daha bakmaya devam edersem muhtemelen ketılda su kalmayacaktı, son anda bir fincanlık kaynar su kaldığını farkettiğimde  zihnimden geçişen cümlelerin kıskacından sıyrılıp ketılı kulpundan kavradım ve fındık kremalı kahve zerreciklerinin üstüne boşaltım hala fokurdamaya, cızırdamaya devam eden su moleküllerini. Dörtte üçlük kaynar suyla doldurduğum kahve fincanında bir daha hiç ayrılmamak üzere birleşen, başka bir şeye dönüşen kahve-su molekülleri, paşa usulüne göre dörtte birlik bir ölçek oda ısısındaki suyun sürahiden boşaltılacağı anı beklemekteydi. Onu da tamamlayıp, kahve fincanını dört dörtlük bir kıvama getirdim, artık kahvemi keyifle içebilir kafamı sonuna kadar açabilirdim, bir de üç küçük parça bitter çikolata yanında iyi gidecekti şüphesiz, dolabı açtım, koyu siyah gecenin sessizliğini ve derinliğini anımsatan ambalajından bitter çikolatayı alıp, öğle güneşini engelleyen kara perdeleri çekilmiş yatak odama geçtim.

Az önceki telefon konuşmasından sonra, mutfakta kahve suyu fokurdarken seni düşünmüştüm hemen söylemeliyim, en son gönderdiğin mektupta yazdıkların gelmişti seni düşününce aklıma: zaman diyordun inanılmaz bir hızla geçiyor, blog yazılarından bir nev’i senden haber almış gibi oluyorum, bazen orda sanki bana gönderme yapıyormuşsun gibi geliyor, diyordun, sonra da ekliyordun “tabii bu da benim hüsnü kuruntum” cümlenin sonuna emoji değil de iki nokta üst üste ve iki parantez işareti ekliyordun, internet diliyle yüzünde gülümseme olduğunu, gamzelerinin çıktığını göstermek için.
Bu kadarla da kalmıyor, yazdıklarınla beni şaşırtmaya devam ediyordun ve aynı zamanda içtenlik kokan şu cümleleri yazıyordun :

“Yazdım, yanında uyumak sadece uyumak geliyor bazen aklıma derken yanlış anlaşılmış olabilirim, kendin gibi olmak vardır ya, yanında hiç kimse yokmuş gibi yalnız, sessiz uzak ya da yakın biri olsa da yanında yalnız olduğun gibi olamazsın konuşman iletişmen gerekir. Halbuki ben üst seviye bir olmaktan bahsetmiştim eski, bildik, tanıdık ve çabasız, kendiliğinden, hafif…bir an çok yapabilirim gibi geliyor bir an sonra bir garip huzursuzluk oluyor korku benzeri bir duygu ile dönüşümlü deviniyor düşünceler, tabi sürekli bu böyle olmuyor sadece bir an, bir ışık gibi arkasından bir gölge, bir an.”

Sonra şöyle bitiriyorsun mektubunu :
“Sonra bu yaşadıklarımızın da nadirliği geliyor aklıma ve bırakıyorum her şeyi tekrar zamana.”

2

Telefon çalmadan yarım saat önce testesteron potansiyelimi serbest bırakmış, bedenimdeki tüm atomcukları parçalamış, hücrelerimi, kaslarımı, sinir sistemimi dibine kadar gevşetmiştim yatağa gömülmüş vaziyette yanımdakiyle konuşurken. Bir şeyler anlatıyordum. Çalçene olmuştum yine arada olduğumda fersah fersah uzakları, kuş bakışı dünya görüntülerini, yakası açılmamış sözcükleri kulağından tutup sohbetin orta yerine taşımaktan müthiş, sapkın bir zevk alırdım. Doğaçlamaydı elbet, karşımdaki kişiyle yazılı olmayan sözlü bir anlaşma içerisinde olurduk böyle kaleden kaleye şahin uçururken, sözcükler uçar gider yazı kalırdı, fakat uçuşan sözcükler sonra bir yerde yazılacak bir metnin uç beyleri olarak şaha kalkmış atlarıyla dolu dizgin akardı kalemin ucundan. Bir şeyler anlatmaya dair Sabahattin Ali’nin yazmadan önce sık sık eş ahbap dosta ilerde yazacağı öykülerin, kahramanların bir taslağını kendiliğinden anlattığı aklıma gelirdi kimi zaman. Sözcüklerin, cümlelerin sadece kağıt üstünde değil her an her yerde hayat bulduğuna, hiç tahmin etmediğimiz, sıradan görünen bir sözcük ya da cümlenin hatta bir bakışın bizi bambaşka bir yerlere götürebileceğini bir başka dünyanın kapılarını aralayabileceğini anlardım o zaman. Bu yüzden Kadıköy, Beyoğlu, Galata ekseninde bir çevrede bir kafe ya da bir kahvede otururken kulağım çoğunlukla açıktır dış dünyanın özgür seslerine. 

3

Telefonda artık gelemeyeceğimi söylediğim güneşli öğle sonrasının sabahında Armağan Tunaboylu’nun Resim Cinayetleri adlı romanını bitirmiştim, uzun zamandır bu kadar hızlı okuduğum bir kitap olmamıştı, kitabı akıcı bulduğumdan değil sayfalarını atlaya atlaya okuduğumdan, neydi beni çok seyrek de olsa bir kitabın akışına kendimi bırakmamı engelleyen; romanın karmaşık dili öne çıkıyordu hemen, kullanılan argo ve sokak ağzı ve küfürlerin sık sık tekrarıyla birleşip, argo kullanılabilir bir metinde fakat burda olmamış sokak ağzıyla anlatılmaya çalışılan hikayenin içinde kulağı tırmalayıcı çığlık çığlığa bağımsız bir şeye dönüşmüş. Kitabın sonuna bir de küçük sözlük koymuştu yayınevi, kullanılan bazı güneş yüzü görmemiş sözcüklerin okuyucu tarafından anlaşılması için, doğrusu daha önce bildiğim, duyduğum bazı sözcüklerin farklı anlamlarına rastladım bu küçük sözlükte. İşte çenemin açıldığı o öğle sonrası kitaptan bir sokak ağzı deyimi demek yerinde olur yanımdakiyle arama buyur etti “tavuk sersemken düzülür” anlamı “henüz sersemken, uyandırmadan kandırmak” demekmiş, doğrusu bilmiyordum tavuğun sersemken düzüldüğünü, babamın bir lafı geldi aklıma meşhur arada sırada söylerdi “biz eşşeğe bile aşık oluruz” yani erkeklerin şu çılgın testesteron potansiyeline bağlı bir muhabbetten dem vuruyorduk ki biz de yatakta uzanmış, lafın geldiği yerde ağzımdan çıktı bu sersem tavuk. Atlar, eşekler, kırsal çevrelerde erkek milletinin hayvanlarla edindiği akla sığmayan, sıradışı anormal ilişkileri. Fakat bir gerçek vardı, normal olmayan ve hastalık gibi, sağlıklı olmayan bir şeyler vardı, sağlıklı olan insanın birlikte bir şeyler paylaşması, paylaşması ve daha ötesinde bir şeyler paylaşmasıydı. Boyutları değil, hangi tür ya da cins olduğu değil paylaşması, insani olanı bulması, hayata devam hakkını elde etmesi, ahlaki sıkıntıları yaşamadan –kültürlere göre değişen- rahatlatıcı bir yol bulması.

Şimdi böyle anlarda dünyanın mesellerini ve meselesini nasıl geldiyse öyle alıp uçlarını birleştirip salkım saçak püsküllerini sallandırdığımda içimde oynaşan, kıpraşan yaşam kıvılcımlarının çakımlarıyla zevke gelirim, bu ruh halini sağlayan dile, yaratıcısına, gelişmesine neden olana, tüm insanlığa, bugün varsam, var olduğumu hissediyorsam bunların hepsine ve daha fazlasına, asırlarca oluşan edebiyata, tarihe, felsefeye, bilime, sanatın bütün dallarına bir şeyler borçlu olduğumu hissederim. Sözün uçacağını bilirim konuşurken fakat kalan ne varsa an gelip kağıda dökülürken ortaya çıkacağını da bilirim. Fakat bunların hepsini aslında bilmeden yaparım… Belki de tam bir teslimiyetle…  

Pazar, Şubat 03, 2019

Arayı Bulmaya Çalışırken



Bu sabah tenis ve yazı yazmak arasında bir ilişki olduğundan iyice emin olmuş tesbitime dair ilk cümleyi yazmaya hazırlanıyordum ki babamdan kalma ahşap sehpanın üstünde duran telefona gelen mesajın “tık tık” uyarısıyla az önce açtığım diz üstü ekranından ayrılıp telefona yöneldim merakla. Ama önce saate baktım. Vakit bir sonraki günün kort rezarvasyonu yapmış bir klüp oyuncusunun arayacağı vakitti, aklımda bir aday da vardı kimin arayacağına dair, hafta içinde teyit edilmemiş bir konuşma geçmişti önümüzdeki hafta bir maç yapabilirdik pekala. Fakat tahmin etmediğim bir yerdendi mesaj. Üstelik oldukça uzun görünüyordu, aklımda yazmayı düşündüğüm ilk cümlenin kaçma olasılığı, elimde telefondaki mesajın merak uyandıran yanı, bir hikayesi olduğunu belli eden satırlarıyla arada kaldım, ne ilk cümleye ne de gelen mesaja tam odaklanabildiğimden ilk cümlenin kaçma olasılığını göz ardı etmeden en azından ilk cümleyi yazmayı tercih ettim, hikayesi olan mesaja nasıl olsa dönebilirdim yazının girişini yazarsam, mesaj geldiği gibi kalacaktı nasıl olsa.

Bazen hızla geçen düşünceleri yazmaktansa onları ses olarak kaydetmek çok daha kolay geliyor. Bir zamanlar bir arkadaşımla sohbet ederken “kafaya mikroçip takılması mümkün olsa düşünceleri anında kaydederdik” diye bir şeyler konuşmuştuk daha sonraları “kafasına çip taktıran adam” diye bir şeyler karalamıştım, pek gelişmemişti karakter, altmışlı yaşlardaydı bir sinema derneğinin sekreteri olarak çalışıyordu ve derneğe yürüyerek gidiyordu, Karaköy’den başlayıp Galata’dan Tünel’e geçiyor Galata Mevlevihanesinin önündeki kedilerin başını okşuyordu abartmadan kedilerin de eşref saati olduğuna inanırdı, bu arada Enginar’a mutlaka bir göz atardı, aradığı biri vardı mutlaka ama o kişi bir türlü olmazdı Enginar’da, sanırım eski bir gönül hikayesiydi, ama tam olarak nedir bilmiyorum. Zamanla işi ilerletti bir de şapkasına –şapkasız çıkmazdı- monte ettiği kamerayla görüntüleri kaydetmeye başladı. Akşam eve döndüğünde hem kameraya düşen görüntüleri hem de kafasındaki çipe düşen düşünceleri çıkarıyor, onları anlamaya, onlardan anlamlı bir bütün yapmaya çalışıyordu. Günlerden bir gün vapur yanaşmadan atlamaya kalkmıştı da az kalsın denize düşecekti, elinde palamar olan çımacı epey sinirlenmişti, biraz Tezcan bir yapısı vardı adamımızın.


Şimdi “kafaya mikroçip taktıran adam” nerden aklıma geldi bir Pazar sabahı kuşluk vakti, şurdan, yazıya tam başlarken gelen mesajdan, mesajın içeriği değil, mesajı gönderen arkadaşımla What’s Up sesli mesaj butonunu karşılıklı kullanmış olmamızdan, düşüncelerimizi anında sesli bir şekle sokmuş olmamızdan. Bilindiği üzre What’s Up mesajda bu özellik var, hem yazılı hem sesli kafanızdakini kayıt altına almak mümkün.

Peki tenis ve yazmak arasındaki ilişki neydi? Her ikisi de talebe bağlıydı, her ikisine de zaman ayırmak gerekiyordu, her ikisi de emek istiyordu. Hatta “yazmak” demeyelim de “edebiyat” tenis ve edebiyat ilişkisi diyelim, çünkü işin içinde daha fazla vakit isteyen bir “edebiyat okumaları” uğraşı var, evet, okumalar bana göre bir yerden sonra uğraşa dönüşüyor, okumalar sırasında ya da sonrasında metinler arası ilişkiler, bir kitabı aramak, bulmak, ararken geçen zaman, okurken geçen zaman, akışkanlığın azaldığı, kitabın yavaşladığı yerlerde sabırla ilerlemek, hacimli bir kitapsa okuma seanslarının arasının fazla açılmaması yoğunluğu kaybetmemek bakımından, konsantrasyon, evet, konsantrasyon en önemlisi, tüm uğraşlarda, işlerde olduğu gibi.

Hem tenis hem edebiyat zaman istiyor dedik, ya birinden birine daha fazla zaman ayırdığımda ne oluyor, basit, ötekisinin boynu bükülüyor, yarım kalıyor, eksik hissediyor kendini, ben de her yere yetişemem ya diyorum, ben de canım sonuçta, fakat bir şekilde yetişiyorum bu sonsuz uçsuz bucaksız uğraş alanlarına, her ikisinde de akıl ve mental yapı söz konusu olsa da, tenisde bir de fizik gücü devreye giriyor, teniste mental güç zaten olmazsa olmaz bir faktör .


Serdar Turgut’un yazılarını takip ederdim bir zamanlar, değişik ve ironik gelir, mizahi, absürt bir yan bulurdum yazdıklarında, zaman zaman gülünç şeyler kattığı yazılarında melankoliden de bahsederdi sık sık, yazı yazabilmek için biraz  melankolinin elzem, şart olduğundan, melankolinin yazı yazmanın koşullarından biri olduğundan. Doğru gelirdi bu düşünce, çünkü yazı yazmak yalnızlığa bağlıydı temel olarak, yalnızlık da ister istemez en azından melankolik anları davet ederdi eninde sonunda, fakat melankoli aynı zamanda kıvamında olmalıydı, ne çok ne az, iyi pişmiş bir yemek gibi, ne fazla ne çok, aksi taktirde nasıl ki faydalı vitaminlerini kaybeder aşırı pişen besinler, melankolinin fazlası da kişinin bünyesinde gerekenden fazla bir yüklenmeye, bir baskıya yol açabilirdi.


Melankolinin psikolojik yüklemesinin kişiyi yavaşlatmasının yanında tenisin kişiyi hızlandırması ve vücuttaki biriken toksinleri atıp rahatlatması, adrenalin salgısıyla, kişinin bedensel heyecanlarını faaliyete geçirip hormonal faaliyeti hızlandırması söz konusu. Fakat dediğim gibi dozajı iyi ayarlamak lazım, aksi taktirde birini ötekine tam olarak tercih ettiğinde ya da biriyle olan ilişki ciddi bir savsaklamaya girdiğinde, tercihe göre “persona” ya yavaşlıyor ya da hızlanıyor. İnsan kendi kendisinin doktoru olmalı kanımca.   

Boyalı Kuş

Jerzy Kosinski Boyalı Kuş’ta bir kuşçudan bahseder kitabın bir yerinde, kuşçu biraz psikopat ve sadisttir, sevgilisi ortalıkta görünm...