
Telefonum
çaldı. Açtım “iki saat içinde gelebilir misin” dedi arayan fakat gelemeyeceğimi
sanki anında hissetmiş gibiydi ses tonumdan. Odamdaki derin sessizliğin rolü
vardı, belki de fonda ki Portishead’in Roads adlı parçasının hafif hafif
yankılanan tınısından, muhtemelen anında içinde bulunduğum anın meşguliyet
içeren dış dünyadan izole edilmiş bir kesiti işaret ettiğinin farkına varmıştı.
Sonra “peki yarın” dedi “yarın gelebilir misin?” ses tonunda hafif bir kırıklığı
sezer gibi oldum, muhtemel bir hayal kırıklığının yansıması ses tonunun havada
titreşen atomcuklarını ahizenin minik deliklerinden geçirmişti sanki, cevabım
belliydi, o da anlamıştı cevap vermeden önce bıraktığım sessiz boşluktan, cevap
vermesem de anlaşılmıştım, yarın da gelmeyecektim, hattta sorulmamış bir
sorunun yani “daha sonra ya da daha sonraki günlerde gelecek misin?” sorusunun
cevabı da verilmişti sanki, sessiz bir dille, ama yine de olabildiği kadar
şevkatli olmaya çalışarak tamamladım dilimin ucundaki sözcükleri “maalesef
yarın da gelemeyeceğim!” Durumum belli olmuştu söze hacet yoktu artık, kısa
süren konuşma bitivermişti, telefon konuşması sonlandı, düz çizgili bir
defterin üstündeki bitter çikolatanın tamamen bitmiş olduğunu farkettim canım
fındık kremalı bir kahve çekti, mutfağa gidip sürahideki suyu ketıla koydum.
Kahve
suyu fokurdarken çıkan su buharına baktım bir süre, eğer biraz daha bakmaya
devam edersem muhtemelen ketılda su kalmayacaktı, son anda bir fincanlık kaynar
su kaldığını farkettiğimde zihnimden
geçişen cümlelerin kıskacından sıyrılıp ketılı kulpundan kavradım ve fındık
kremalı kahve zerreciklerinin üstüne boşaltım hala fokurdamaya, cızırdamaya
devam eden su moleküllerini. Dörtte üçlük kaynar suyla doldurduğum kahve
fincanında bir daha hiç ayrılmamak üzere birleşen, başka bir şeye dönüşen
kahve-su molekülleri, paşa usulüne göre dörtte birlik bir ölçek oda ısısındaki
suyun sürahiden boşaltılacağı anı beklemekteydi. Onu da tamamlayıp, kahve
fincanını dört dörtlük bir kıvama getirdim, artık kahvemi keyifle içebilir
kafamı sonuna kadar açabilirdim, bir de üç küçük parça bitter çikolata yanında
iyi gidecekti şüphesiz, dolabı açtım, koyu siyah gecenin sessizliğini ve
derinliğini anımsatan ambalajından bitter çikolatayı alıp, öğle güneşini
engelleyen kara perdeleri çekilmiş yatak odama geçtim.
Az
önceki telefon konuşmasından sonra, mutfakta kahve suyu fokurdarken seni
düşünmüştüm hemen söylemeliyim, en son gönderdiğin mektupta yazdıkların
gelmişti seni düşününce aklıma: zaman diyordun inanılmaz bir hızla geçiyor,
blog yazılarından bir nev’i senden haber almış gibi oluyorum, bazen orda sanki
bana gönderme yapıyormuşsun gibi geliyor, diyordun, sonra da ekliyordun “tabii
bu da benim hüsnü kuruntum” cümlenin sonuna emoji değil de iki nokta üst üste
ve iki parantez işareti ekliyordun, internet diliyle yüzünde gülümseme olduğunu,
gamzelerinin çıktığını göstermek için.
Bu
kadarla da kalmıyor, yazdıklarınla beni şaşırtmaya devam ediyordun ve aynı
zamanda içtenlik kokan şu cümleleri yazıyordun :
“Yazdım,
yanında uyumak sadece uyumak geliyor bazen aklıma derken yanlış anlaşılmış
olabilirim, kendin gibi olmak vardır ya, yanında hiç kimse yokmuş gibi yalnız,
sessiz uzak ya da yakın biri olsa da yanında yalnız olduğun gibi olamazsın
konuşman iletişmen gerekir. Halbuki ben üst seviye bir olmaktan bahsetmiştim
eski, bildik, tanıdık ve çabasız, kendiliğinden, hafif…bir an çok yapabilirim
gibi geliyor bir an sonra bir garip huzursuzluk oluyor korku benzeri bir duygu
ile dönüşümlü deviniyor düşünceler, tabi sürekli bu böyle olmuyor sadece bir
an, bir ışık gibi arkasından bir gölge, bir an.”
Sonra
şöyle bitiriyorsun mektubunu :
“Sonra
bu yaşadıklarımızın da nadirliği geliyor aklıma ve bırakıyorum her şeyi tekrar
zamana.”
2
Telefon
çalmadan yarım saat önce testesteron potansiyelimi serbest bırakmış,
bedenimdeki tüm atomcukları parçalamış, hücrelerimi, kaslarımı, sinir sistemimi
dibine kadar gevşetmiştim yatağa gömülmüş vaziyette yanımdakiyle konuşurken.
Bir şeyler anlatıyordum. Çalçene olmuştum yine arada olduğumda fersah fersah
uzakları, kuş bakışı dünya görüntülerini, yakası açılmamış sözcükleri
kulağından tutup sohbetin orta yerine taşımaktan müthiş, sapkın bir zevk
alırdım. Doğaçlamaydı elbet, karşımdaki kişiyle yazılı olmayan sözlü bir
anlaşma içerisinde olurduk böyle kaleden kaleye şahin uçururken, sözcükler uçar
gider yazı kalırdı, fakat uçuşan sözcükler sonra bir yerde yazılacak bir metnin
uç beyleri olarak şaha kalkmış atlarıyla dolu dizgin akardı kalemin ucundan.
Bir şeyler anlatmaya dair Sabahattin Ali’nin yazmadan önce sık sık eş ahbap
dosta ilerde yazacağı öykülerin, kahramanların bir taslağını kendiliğinden
anlattığı aklıma gelirdi kimi zaman. Sözcüklerin, cümlelerin sadece kağıt
üstünde değil her an her yerde hayat bulduğuna, hiç tahmin etmediğimiz, sıradan
görünen bir sözcük ya da cümlenin hatta bir bakışın bizi bambaşka bir yerlere
götürebileceğini bir başka dünyanın kapılarını aralayabileceğini anlardım o
zaman. Bu yüzden Kadıköy, Beyoğlu, Galata ekseninde bir çevrede bir kafe ya da
bir kahvede otururken kulağım çoğunlukla açıktır dış dünyanın özgür
seslerine.
3
Telefonda
artık gelemeyeceğimi söylediğim güneşli öğle sonrasının sabahında Armağan
Tunaboylu’nun Resim Cinayetleri adlı romanını bitirmiştim, uzun zamandır bu kadar
hızlı okuduğum bir kitap olmamıştı, kitabı akıcı bulduğumdan değil sayfalarını
atlaya atlaya okuduğumdan, neydi beni çok seyrek de olsa bir kitabın akışına
kendimi bırakmamı engelleyen; romanın karmaşık dili öne çıkıyordu hemen,
kullanılan argo ve sokak ağzı ve küfürlerin sık sık tekrarıyla birleşip, argo
kullanılabilir bir metinde fakat burda olmamış sokak ağzıyla anlatılmaya
çalışılan hikayenin içinde kulağı tırmalayıcı çığlık çığlığa bağımsız bir şeye
dönüşmüş. Kitabın sonuna bir de küçük sözlük koymuştu yayınevi, kullanılan bazı
güneş yüzü görmemiş sözcüklerin okuyucu tarafından anlaşılması için, doğrusu
daha önce bildiğim, duyduğum bazı sözcüklerin farklı anlamlarına rastladım bu
küçük sözlükte. İşte çenemin açıldığı o öğle sonrası kitaptan bir sokak ağzı
deyimi demek yerinde olur yanımdakiyle arama buyur etti “tavuk sersemken
düzülür” anlamı “henüz sersemken, uyandırmadan kandırmak” demekmiş, doğrusu
bilmiyordum tavuğun sersemken düzüldüğünü, babamın bir lafı geldi aklıma meşhur
arada sırada söylerdi “biz eşşeğe bile aşık oluruz” yani erkeklerin şu çılgın
testesteron potansiyeline bağlı bir muhabbetten dem vuruyorduk ki biz de
yatakta uzanmış, lafın geldiği yerde ağzımdan çıktı bu sersem tavuk. Atlar,
eşekler, kırsal çevrelerde erkek milletinin hayvanlarla edindiği akla sığmayan,
sıradışı anormal ilişkileri. Fakat bir gerçek vardı, normal olmayan ve hastalık
gibi, sağlıklı olmayan bir şeyler vardı, sağlıklı olan insanın birlikte bir
şeyler paylaşması, paylaşması ve daha ötesinde bir şeyler paylaşmasıydı.
Boyutları değil, hangi tür ya da cins olduğu değil paylaşması, insani olanı
bulması, hayata devam hakkını elde etmesi, ahlaki sıkıntıları yaşamadan
–kültürlere göre değişen- rahatlatıcı bir yol bulması.
Şimdi
böyle anlarda dünyanın mesellerini ve meselesini nasıl geldiyse öyle alıp
uçlarını birleştirip salkım saçak püsküllerini sallandırdığımda içimde oynaşan,
kıpraşan yaşam kıvılcımlarının çakımlarıyla zevke gelirim, bu ruh halini
sağlayan dile, yaratıcısına, gelişmesine neden olana, tüm insanlığa, bugün
varsam, var olduğumu hissediyorsam bunların hepsine ve daha fazlasına,
asırlarca oluşan edebiyata, tarihe, felsefeye, bilime, sanatın bütün dallarına
bir şeyler borçlu olduğumu hissederim. Sözün uçacağını bilirim konuşurken fakat
kalan ne varsa an gelip kağıda dökülürken ortaya çıkacağını da bilirim. Fakat
bunların hepsini aslında bilmeden yaparım… Belki de tam bir teslimiyetle…