Pazar, Eylül 30, 2018

Axis Mundi


“Öyle bir ruzigar ki,
Kendi gitti,
Adı bile kalmadı yadigar,
Yalnız tek bir beyit kaldı kahve ocağında el yazısıyla yazılmış :
“Ölüm Allahın emri”
“Ayrılık olmasaydı”

Robin Williams’ın Aşkın Gücü adlı filmini seyrederken aklıma Orhan Veli’nin Kitabe-i Seng-i Mezar adlı şiirinin son mısraları geldi. Chris (Robin Williams)  kendi cenaze töreninde ruhunun dünyadaki son anlarında eşi, perişan vaziyette Anie’ye sokulur tıpkı Ghost filminde Patrick Swayze’nin Demie Moore’a sokulduğu gibi. Onu öteki dünyaya götürecek Melek şöyle der Chris’e “Sen yok olmadın, sadece öldün.” Bu fantastik-romantik türdeki filmin sloganıysa filmi özetler nerdeyse: “Yaşamdan sonra pek çok şey var…”



Kapalı, kasvetli ve koyu gri bir Eylül pazarı. Havada ölüme benzer bir şeyler var. Edebiyat ve sinemayla atmosferi değiştirmeye çalışıyorum.

Filme okumakta olduğum Murat Gülsoy’un Baba, Oğul ve Kutsal Roman’ adlı romanına ara verdiğimde geçmiştim. Tesadüf ki en son okuduğum bölümde de ölüm teması var. “Ne içindeyim zamanın ne de büsbütün dışında.” Ahmet Hamdi Tanpınar’ın Aşiyan’daki mezar taşında yazılıdır. Romanın yazar olan karakteri Tanpınar’ın mezartaşını kendine bir Axis Mundi olarak belirler, sonra şu satırları okuruz : “Aslında ölümden korkmuyorum. Korktuğum bu değil, hayır. Ölümle asla karşılaşmaz insan, dolayısıyla korktuğu da bu olamaz, benim korktuğum, korku da değil bu, belki kaygı denebilir, evet, kaygıya daha yakın, bir gün gelip de var olmayacak olduğunu bilmek. Ve daha kötüsü o günün çok yakında olduğunu hissetmek. Dolayısıyla yaşanacak şeylerin ne kadar azaldığını fark edip dehşete kapılmak.”


Ölmekten korkmak değil, bir gün gelip de var olmayacağını bilmek. Az önce seyretmekte olduğum filmdeki meleğin Chris’e söyledikleri : “Sen yok olmadın, sadece öldün.” Romandan ve filmden aldığım ölüme dair kesitlerdeki iki farklı görüş. İki ayrı dünya görüşü dolayısıyla iki ahret inancı. Metafizik ve dünyevi…


İki farklı sanat türünde peşi peşine tesadüf ettiğim ölüm imgesinin çağrıştırdıkları…

“Sen yok olmadın, sadece öldün.”

Sanki daha teselli verici…



Pazartesi, Eylül 24, 2018

olasılıksız fotoğraf


Nasılsın diye soran solmuş bir fotoğraf
günlerden bir pazar günü öğle vakti
buzlu çileği şiire yerleştirirken önce
beyaz boyalı demir salıncaktan fırladı
eski bahçemizdi havuzu olmayan
oysa ben başka bir bahçeye girdim belli belirsiz
üstünde nilüfer çiçekleriyle salınan unutulmuş bir havuzun karşıladığı
ve sarmaşık bir geçitten eğilerek geçerken ben
serin bir coğrafyada bir yaz günü
kaderimi arıyordum bir kırbaç gibi sırtımda şaklayan
köşede bir kafe vardı
şaşırdım
van gogun gece resminden çıkmış gibi
oturdum canım bir kadeh şarap istedi
yerine çay verelim dedi beyaz önlüklü garson
kabul ettim yerine bir kadeh şarap yazıverdim beyaz peçeteye
eskidendi bu solmuş bir fotoğraftan gelen
pencereyi açıp sokağa baksam
ya da lastik ayakkabı giyip sahilde koşsam
belki vapurlar iskeleye yanaşırken açıkta sigara içenler yanında
hepimiz bir şeyler beklerken bu hayattan
ve beklediğimiz şeyin ne zaman geleceğini bilmezken
bir bakışa takılırdık bizi çeken ya da iten
bakışımız bir elbiseye takılırdı geniş paçalarıyla bir elbiseye
herşey olasılık dahilindeydi ya
herşeyin olasılık dahilinde olması zamanı olasılıksız kılıyordu
biliyordum oraya yazdığım bir kelime
içine girdiğim bir fotoğraf karesi
telefonumda görünen mesaj
yazıp yazıp göndermediğim mektuplar
hepsi beni bana seni sana gösterecek
ve o zaman nasılsın dediğinde solmuş bir fotoğraf
iyi olduğumu söyleyeceğim bugünlerde
bu da bir teselli elbet
masanın üstüne yayılmış kağıtlara yazdığım mısralarla
dünyanın kulağına fısıldayacağım sözcüklerimi
seviyorum ya işte böyle esrik bir zamanda
içimde bir sincap taşıyormuşum gibi
fıkır fıkır kaynayan çaydanlık gibi
ya da az sonra püskürecek bir volkan gibi
ya da daha iyisi bir balinanın püskürtmesi gibi
bir şeyler değil pek çok şeyler dışıma taşıyor
içimde ki yolculuğun farkındayım
ve vakit akşam oldu
bugünlerde iyi olduğumu söylemiştim
aşk insanı güzelleştiriyor orası kesin…












Pazar, Eylül 23, 2018

Kedi, annem, ağaç ve Bostancı


Bir ağaç vardı. En mutlu günlerimizin tanığıydı ağaç. Çocuktuk da ondan belki. Gün o gündü de ondan belki. Ağaç bir yokuşun tepesindeydi. Yokuşun tepesindeki ağaç denize bakardı. Denizi ilk gördüğümüz noktaydı burası. Zaten adı da burdan gelirdi: “üç nokta alır mısınız şöfor bey?” Ağaç işte bu noktadaydı; yaşken eğilmişti, öyle bir kavis vermişti ki, ergonomik bir koltuğa evrilmişti gövdesi, kalın kabuklu bir gövde, bizde ki adı “rahatımı bozmam ağacı” ağabeyim ile bizzat kendimin paylaşamadığı ağaç, kısa bir süre, kim hızlıysa, kim önce kaparsa ağacı, mutlu mesut şu nakaratı duyardık “rahatımı bozmammm! rahatımı bozmammm” ağacı ilk ben mi kaptım ağabeyim gıptayla bakar biraz da kızgındır yavaş kaldığı için tersi olursa ben. Annem bizi dudaklarında tebessümle izler, minibüs beklerken icat ettiğimiz bu çocuksu sevincimizi paylaşırdı bizimle, sonra minibüs gelir köydeki evimize doğru yola çıkardık.


Ağaç denize bakardı dedik ya, kediler de denize bakardı. Ben aracıydım deniz ve kedi arasında; kediler bilirdi ekmeğin denizden geldiğini, ekmek balıktı, balık ekmeği biz bilirdik, kediler balığı bilirdi. Ben Allahın günü sektirmeden balık tutardım, öyle az buz değil sabah dokuz akşam dokuz mesaimde günün yarısı olta elimden düşmez, bir kova dolusu balıkla dönerdim mahalleye. Kaç kedim vardı unuttum, çoğunun adını hatırlamam, anonim kedilerdi, bazan hangisi hangisiydi karıştırırdım, zamanla o kadar çoğalmışlardı ki, kendimi kedili köyün kavalcısı sanırdım.

Annem de denize bakardı, ağaç gibi, kediler gibi; hem de öyle bir bakardı ki, insan ancak onun aşkla baktığını söyleyebilirdi. Annem denize aşıktı. Bıraksalar 365 gün denize girer, sahilde bir klübede yaşardı. Yalan yok onun kadar sevemedim denizi. Çocuktum, mahallede deniz bilmeyen, yüzme bilmeyen çocuklar vardı, top oynardık, misket oynardık çamlar altında, isterdim ki bir Allahın günü top oynayayım arsada, ama annem elimden çekerdi denize doğru, öyle öyle ezber ettik maviyi, annem kadar olmasa da biraz yaktık abayı.

Bu arada Bostancı’yı unuttuk, kedi, ağaç, annem hepsi Bostancı’ya aitti…






Perşembe, Eylül 20, 2018

Abbas


“En iyi aşk başlamayan aşk” dedim, sözden söze kanat çırpıyorduk… “Ah canım”  “sen mi yazdın yoksa?” dedi karşımdaki, “hayır” dedim “bir zamanlar bir arkadaşımın kızkardeşi söylemişti”  “ yaa! anlat bakalım şu hikayeyi” dedi meraklı meraklı…

Bir spor klübünde vücut çalışıyordum, daha doğrusu formda kalmak için spor yapıyordum, arkadaşlar vardı, bir yerlere gidiyorduk, dans etmeye başlamıştık, Latin dansları yapıyorduk… Dar alanda paslaşmalar… Dans partnerimle yakınlaşmıştık ve çok güzel geziyorduk, eğleniyorduk ama özgürdük de ve kaybetmek istemiyorduk güzellikleri…

İşte o kız görmüş bunu, bu nedenle bana “en güzel aşk başlamayan aşk” demiş…

O günden sonra sık sık aklıma geldi bu söz “en güzel aşk başlamayan aşk” biraz platonik bir durum, ama tam değil, yani elin eline değiyor, hatta serin bir sonbahar akşamı ceketini veriyorsun, giyiniyor, ısındım diyor, gözlerinin içine bakıyor, bakıyorsun ki gözleri gülüyor, işte o an dünya duruyor sanki, sen o gözler oluyorsun, bir resim çekiyorsun o ana dair ve herşey o resim oluyor…

Ahbabıma anlattım bu kısa hikayeyi ve o bana ben ona pek çok şey anlattık hayata dair, sonra bir başka ahbap daha geldi ve tema değişti. Baktım aşkın yerinde yeller esiyor. Üç kişiyi kaldırmadı aşk. Meğerse aşk iki kişilik bir şeymiş.

Koltuğun ucuna oturdum… Mesaj… Ahbabım da… Aynı…

“Abbas” dedim.
“Bağlasan durmaz” dedi ilk ahbap.

İkiledik…

Çarşamba, Eylül 12, 2018

yol izlenimleri - 3


“çocuğum ayaklarınla koltuğu deleceksin az daha gayret edersen!”
“çok trafik var ağbisi sıkıldı çocuk”
“tamam da hanım teyze böğrüme böğrüme vuruyor kereta”
“Himmet sen de biraz rahat dur bak ağbi kızıyor”

adım adım ilerliyor trafik az ötede kaza olmuş, araçlar kazayı yapan iki aracın etrafından dolaşmak zorunda, bu arada karşıdan gelenler yol vermediğinden trafik kilit. Çocuk sıkılıyor ve belli ki hiperaktif, böğrüme vurmayı bıraktı ben kızınca. Kuyubaşı’ndan Müjdat Gezen kültür merkezine gelene kadar onbeş dakika geçti, şimdiye değin çoktan Kadıköy’de olmuştuk oysa. Dikiz aynasının altında “paramparça” yazıyor cama yapışık bir başka yazıysa “sevenler terketti bu gönül yasta”. melankoli. sıcak. dijital saat otuzdördü gösteriyor. otuzlu derecelere alıştık artık. saçlarından anlıyorum yabancı olduğunu. Türki coğrafyadan. muhtemelen bir evde çalışıyor. bakıcı ya da temizliğe gidiyor. memleketlisiyle konuşuyor. adamın arkası dönük. saçları dik. Orta Asya’nın genetik yapısı. kadın Türk insanının yapmadığı işleri yapıyor. sonunda yol açıldı. Hasanpaşa’ya geldik. İkinci Abdülhamit’in bahriye nazırı. Bozcaadalı. Camisi var. Kurbağalıdere caddesi de bu mahallede, Kadıköy Belediyesi’nin önünden geçiyor Altıyol’a doğru. oysa Kurbağalıdere deyince bildiğimiz dere akla geliyor, Yoğurtçu parkı boyunca akan. dereyi sonunda temizlediler. korkunç kötü kokuyordu eskiden. en son kefal sürülerini mutlu mesut yüzerken gördüm. akvaryum gibiydi. Kadıköy’e yaklaştıkça sıcak daha mı arttı ne ? Kadı’da bugün yaprak sarma var mıdır? daha yeni kahvaltı ettim ama yaprak sarma düşünüyorum. pis boğaz mıyım neyim ? İrfan bey sokağını geçiyoruz şimdi. kimdi İrfan bey ? daha önce yazıyla sormuştun bu soruyu, olsun yine sor, sora sora Bağdat bulunurmuş, peki öyleyse. Yavuztürk sokağa saptık nihayet, “Altıyolda inecekler kalmasın!” dedi şoför, birazdan Halitağa. saatçinin uyukladığı cadde. bir de gizemli 48 nolu binanın olduğu. bir de Kadı lokantası. hastasıyım. sayın internet siz ne diyorsunuz Halit ağa için. biliyorsun Kadıköy ağalar tarihi notları düşüyorum defterime. arama motorunda Halitağa at heykeline rastlıyorum. bilmediğim bir heykel. karıncalar bilmeden sever. kısa bir süre bir kafenin önünde kalmış şaha kalkmış bir vaziyette sonra kafe kapanmış. at heykelinin sonu çöplük olmuş. hazin bir hikaye. fotoğrafı “Kadıköy Günlüğü” adlı bir blogda gördüm. çöp konteynerinde bir at başı. yazık. Kadıköy Günlüğü bundan sekiz yıl önce Kasım’da yayına başlamış, sadece üç günde yaklaşık yirmi civarında yayın yapmış, hızlı başlamış, güzel bir düşünce, bir Kadıköylünün blog yazması semtle ilgili, fakat üç günde kalmış devam etmemiş. umarım bir sağlık problemi değildir bırakmasının sebebi. Halitağa diyordum; üçüncü Selim’in Darüssade ağası yani kızlar ağası ki Osmanlı sarayında bütün Enderun ve harem ağalarının en büyüğü. çeşmesi var caddede. 1795’de yapılmış. çeşmenin yanında ki ara sokakta bir kahvehane var, yazın en bunaltıcı günlerinde gölgede kalmış bu sokakta duvar boyunca dizili alçak tabureler Mandabatmaz’ın alçak tabureleri gibi. yazmak istiyorum. yaprak sarma kaldı mı acaba ? sokakların dili olsa da konuşsa…   


Pazartesi, Eylül 03, 2018

Bir İhtimal


“Saatlerce beklemeye razıydı. Önemli olan gelmesiydi. Ne kadar beklerse beklesin sonunda gelecekse buna değerdi. Fakat her işte olduğu gibi aksi de olabilirdi, yani gelmeyebilirdi, buna da razıydı, gelme ihtimali vardı ya bu ona yeterdi, sevme sevilme ihtimalini seviyordu, ya severse, ya sevilirse, onun sevdiği gibi o da zamanla ötekini severse, ihtimal işte, bunların hepsi ihtimal dahilindeydi…”

Çeşit çeşit kahve satan bir kahvecide büyükçe kırmızı deriden bir koltuğa oturmuş bekliyordu. Az önce içtiği kapiçinonun fincanındaki ambleme, defne yapraklarından yapılmış taca bakıyordu arada. Önündeki kare sehpada açık duran diz üstü bilgisayarın ekranındaki boş sayfa açıldığı gibiydi. Sık sık gelirdi buraya, bazen kağıt kalemle bazen diz üstüyle gelirdi. Eğer kırmızı deri koltuk boşsa onu tercih eder beklemeye başlardı, bazen saatlerce beklerdi, beklediği belki gelirdi belki gelmezdi, pek dert etmiyordu, gelmesini istiyorsa bunu kalpten istemeliydi, içtenlikle istendiğinde evren bir şekilde karşılık verirdi, buna inanıyordu…

Düşünmüyordu, arzu ediyordu sadece, “bir böcek gibi” diyordu içinden, “bu kadar seven bir erkeğe karşı koyulamaz” “saltık sevgiye, tutkulu aşka kim hayır diyebilirki” çantasında birkaç tane kitap vardı, günlük, roman, bir de öykü kitabı, günlüğü açıyordu arada ve şansa bir sayfayı okuyordu, çok acı çekmiş bir yazarın günlüğüydü okuduğu, hep imkansız kadınlara aşık olmuş, en sonunda da bir otel odasında intihar etmişti, günlük ayrıca hayata ve pek çok şeye dair tespitle doluydu, “kıskanmamak için azılı bir çapkın olmak gerekir” bu tespitlerden biriydi… Talihsiz yazarın kıskanç bir mizaca sahip olduğu yazdıklarının satır aralarından çıkarılabilirdi.

Dışarda hava iyice kararmış, sert bir rüzgar çıkmıştı. Kahvenin kapısı her açıldığında kapının üstündeki çıngırak çınlıyor, içerde kendi hayallerine dalmış biri varsa bile onu uyandırıyordu. İçerisi tamamen doluydu, bir şeyler okuyanlar, sohbet edenler arasında zaman akıp gidiyordu. “Bugün gelmeyecek galiba?” diye düşündü, saatlerdir oturduğu koltukta ilk kez umutsuzca bir düşünceye kapılmıştı, ama hemen arkasından “yine de gün bitmedi! Gelebilir hala” dedi kendi kendine. O sırada kapının çıngırağı yine çınladı ve içeri pardesüsünün yakalarını kaldırmış soğuktan kızarmış burnuyla gözlüklü, uzun boylu biri girdi… Bu adamı bir yerden tanıyordu ama nerden, adam uçta köşedeki koltuklardan birine oturdu ve gazetesini çıkarıp okumaya başladı hiç vakit kaybetmeden. Bu adamı daha önce mutlaka bir yerde görmüştü. Zaman geçtikçe adamı unuttu, önündeki diz üstü hala açık duruyor, boş sayfa öylesine yazılacak ilk cümleyi bekliyordu…

Bir yazar ilk cümleyi vahiye benzetmişti, ilk cümle göklerden geliyor olmalıydı. Gelecekti. Bekleyecekti. Vazgeçmeyecekti. Saatlerce beklemeye razıydı. Sevme, sevilme ihtimali vardı, havaydı bu, oksijendi, ihtimaldi, ihtimali sevmişti, aşkın ihtimalini, ihtimal anahtardı, gelirse kapıları açacaktı… Boş sayfaya baktı yeniden, “ben senin beni sevebilme ihtimalini sevdim” yazdı… Vakit bir hayli geç olmuştu. Kalktı kapıya yöneldi. Pardesüsünün yakalarını kaldırdı dışarı çıkarken… Hava iyice soğumuştu… “Beklediğime değdi” diye düşündü caddede yürüyüp gözden kaybolmadan önce…


Boyalı Kuş

Jerzy Kosinski Boyalı Kuş’ta bir kuşçudan bahseder kitabın bir yerinde, kuşçu biraz psikopat ve sadisttir, sevgilisi ortalıkta görünm...