İlk ne zaman karşılaştık hatırlamıyorum,
sanırım birkaç yıl önce olmalı, ama o zamanlar farkına varamamışım anlaşılan,
ama Jean’ı bana getiren saiklerin geçmişi çok öncelere dayanıyor, bunu çok iyi
hatırlıyorum.
O zamanlar güneyde yaşıyordum. İlk başlarda ev,
pansiyon, motel hatta çadır gibi çeşitli yerlerde kaldım. Sonra şehrin
merkezinde bir yerde bir otelde yaşamaya başladım. Odayı bir arkadaşımla
paylaşıyordum. Çocuk sürekli benim çıplak resmimi çizmek istiyordu. Israrlarına
dayanamadım bir gün poz verdim. Kuru
pastel ve kurşun kalemle 40x60 ebatlarında dokulu güzel bir kağıda yapmıştı
resmi. Güzel bir iş çıkarmıştı. Resim onda mı kaldı yoksa ben aldım da göçebe
yaşantımda kayıp mı ettim onu da hatırlamıyorum, ama hatırladığım, bu hassas,
egzantirik ve bir o kadar iyi bir insan olan oda arkadaşımın bir süre sonra
bana duygularını açtığıydı. Alkol duvarından tırmanıp bahçeye girdiğimiz bir
gecenin sabahında başım çatlarken bir taksiye atlayıp en yakın denize
girebileceğim bir yerden kendimi denize bıraktım. Sabahın erken saatlerinde
çarşaf gibi suyun, uyarıcı, canlandırıcı etkisiyle kendime geldim ve suyun
üstünde sırt üstü bir süre yatıp yaşadığıma şükrettim ve otele dönüp eşyalarımı
topladım. Oda arkadaşımı son kez gördüğüm gün oldu bu.
Güneyin bu şehrinde üç yıl yaşamıştım Hayatımı
konuşarak kazanıyordum. Kendimi bir tür barış elçisi gibi hissediyordum.
Tanıştığım her yeni insana bir şeyler söylemek gereğini duyuyor, az önce
yabancı olan biriyle kısa sürede kaynaşıyordum. Şüphesiz bunda benim karakteristik
yapım kadar o şehrin bulunduğu konum çok önemli rol oynuyordu. Hem tarihi hem
turistik yanıyla ülkenin en fazla turist çeken bu şehrine dünyanın dört bir
yanından gelen turistler şüphesiz yabancı kültüre merak duyuşumun birinci
nedeniydi. İşe önce okulda öğrendiğim yabancı dilin yanına başka diller
eklemeye çalışarak başladım. Bir yabancı dil öğrenmek felaket zor bir şeydir,
ama bir o kadar da zevklidir, hangi yöntemle çalışırsanız çalışın hiç önemli
değil her geçen gün dönüştüğünüzü, hayata yepyeni bir pencereden baktığınızı
hissedersiniz. Bu şehirde geçirdiğim üç yıl boyunca her tanrının günü yeni bir
şey öğrenmenin şevkini duydum içimde. O zamanlar Jean Seberg’le henüz
tanışmamıştım.
Ekose desenli, gri, tahta, babama babasından,
bana da babamdan kalan bavulla, oda arkadaşımı geride bıraktığım o gün ilk
düşündüğüm şey kendime kalacak bir yer bulmaktı. Bu sefer kesinlikle tek başıma
kalacaktım. O güne kadar kaldığım yerlerde hep birileri kaldığım odayı ya da
evi paylaşırdı, önce tamam dersiniz, bu da yeni bir şey, hem sürekli birileri
olur çevrenizde, fakat zamanla işin rengi değişir, o insanların karakteristik
yanı, hayatı nasıl yorumladıkları, bazan çok basit bir şey mesela buzdolabının
talan edilmiş olması; sabahın ilk ışıklarında yan odanın aralık kapısından
bakar birbirinin içine geçmiş çıplak ayakları görür, odadan dışarı sızan ağır
kokuyu ve horultuyu duyarsınız, oysa karnınız acıkmıştır ve kırıntısı bile
kalmamış o gün aldığınız peynir muhtemelen birbirine yapışmış ve başka bir
aleme dalmış şu iki çıplak vücudun tüm yaşam sistemlerinde gereken işlemlere
tabii tutulmaktadır. Çok bencil hatta egoist arkadaşım oldu, arkadaş seçiminde
kesinlikle özgür değiliz, özellikle benim gibi gezgin bir yaşantınız olduysa,
bunu bilirsiniz, nerdeyse seçme şansınız hiç olmaz, nasıl olsun, “İşte sen bu
dairede kalacaksın! Bu da oda arkadaşın!” Bir metre ötenizde uyuyan
arkadaşınızın “hijyenik” sorunları vardır hiç farkında olmadığı ve meseleyi
nasıl hallederim diye düşünmeye başlarsınız bir süre sonra,zor, çok zor iştir!
Jean’la karşılaşmama neden olan kader ağını
yavaş yavaş örüyordu bana hissettirmeden. Fakat tanışma süreci henüz
başlamamıştı. Önce kendime bir ev buldum. Bu tamamen tesadüfen oldu. Eşyalarımı
tıkıştırdığım eski, tahta bavul daha fazla dayanamadı ve bir sustalı bıçak
nasıl açılırsa öyle açılıp yola saçıldı, diz çöküp eşyalarımı toplarken, o
sırada önümden geçen bir çift yüksek topuğun üstünde yükselen mevzun bacakların
sahibesiyle göz göze geldim “Yardımcı olabilirim eğer isterseniz?” “Ne demek
yardımcı olmak! Rica ederim!” falan filan gibi bir şeyler gevelemeye başladım,
tanrım, biri bana çimdik atmalı, bir şeyler yapmalıydı diye düşünürken birden
ensemde şaklayan bir ses ve yine ense kökümde, sinirlerimde duyduğum bir acıyla
kendime geldim, “Ne haber lan zibidi!” sesi hemen tanımıştım, “Yoo! Hayır!
Olamaz!” birisi tüm bu olan bitenin bir rüya olduğunu, birazdan uyanacağımı ve
normal yaşantıma devam edeceğimi söylemeliydi, ama herşey bal gibi gerçekti,
arkama sesin geldiği yana döndüm ve görmez olayım onu gördüm, o dönmüştü,
Doygun, bir yıldır görmediğim o afacan yüzü ve fırlama mimikleriyle yine
karşımdaydı. O anda hissettiğim hayal kırıklığını ve yorgunluğu anlatmam mümkün
değil, sadece omuzlarımın çöktüğünü ve kaderime razı olacağım bir sürece
yeniden gireceğimi hissettim, Doygun’un göbek bağı benle mi kesilmişti acaba
doğduğumuzda. O sırada bu tuhaf duruma
ayakta merakla izleyen ve az önce bana yardımcı olmak isteyen “melekti
sanırım- göz hizamdaki buğulu gözlerin
sahibesi haliyle beni Doygun’la baş başa bırakıp caddenin kalabalığına karıştı
kısa sürede. O ana dair hatırladığım en son şey, şaşkınlığım geçince Doygun’a
söylediğim son sözlerin “Seni öldürmek istiyorum!” diye boğazına yapışmış
olduğumdu.
Ama Doygun orda ölmedi. Sonra kaç yıl yaşadı ya
da hâlâ yaşıyor mu onu da bilmiyorum, ama bu sahnenin yaşandığı, eşyalarımın
yola saçıldığı, daha sonra bir barda karşıma çıkan “kara gözlü melek”le ilk
karşılaştığım o gün bana yardımı dokundu. Onun sayesinde çok güzel bir ev
buldum kendime. Hem de denizi tepeden gören, önünde muhteşem bir manzarası olan
bir ev. Bir teras katı. Doygun’un bir
tanıdığının olan ev sahibi yurt dışında olduğundan bir süreliğine boştu ve ev sahibi gelene kadar tanıdık birine
verilmeliydi, kirası oldukça uygundu. Hiç düşünmeden balıklama atladığım bu
teklifle o güne kadar hiç fark etmediğim bir yaşam deneyiminin kapıları
açılacaktı.
Terasından deniz gören evin önünde açılan
muhteşem manzara insanda hayatın güzel, yaşanmaya değer bir şeyler olduğuna
dair duygular uyandırıyordu… Bir akşam üstü güneşin batışını izlerken
duygularımı kağıda geçirme isteği uyandı içimde ve sanırım o günden sonra
giderek yazı yazma isteğim alevlendi… Sonra fırsat buldukça yazdım, yazdım ve
bir gün bir sahaf buldum şehirde ve ilk elime aldığım kitap Tomris Uyar’ın bir
öykü kitabı oldu, kitabın sayfalarında gezinirken şu satırlara rastladım “Bir
yazar, işinin başına otururken, kalemi eline ilk alıyormuş gibi bir acemiliğe
kapılmıyorsa neden yazmak istesin? Bir daha hiç yazamayacağı korkusunu her
keresinde duymuyorsa, yazma coşkusunu hiç tatmamış demektir.” Hoşuma gitti
satırlar, kitabın öteki sayfalarında keşfedebileceğim nice satırlar olduğu
duygusuna kapıldım, yazıya, yazmaya dair içimde giderek alevlenen bir şeyler
vardı, sanki söylemek isteyip de söyleyemediğim ne varsa onları söylemek mümkün
gibi geliyordu beyaz boş bir kağıdın önünde…


Roman kısaca, bir yılbaşı gecesi tanışan
kırklarında bir yazarla on yaş daha genç sinema artisti arasında geçen tutkulu
bir aşkı anlatır Amerikalı artistin adı Diana Soren’dir, yazarsa hikayenin
anlatıcısıdır ve otobiyografik unsurlar kullanır, daha çok kendi “yazın”
macerasına dair unsurlardır bunlar, öte yandan yazar meksikalı ve her Meksikalı
biraz da Amerikalı olduğundan, Amerikan tarihi, Hollywood, bazı ünlü sinema artistleri, tarihe yön
vermiş Amerikalı politikacılara dair düşünce ve yorumlara rastlarız romanın
sayfalarında sık sık, oldukça ilginç ve dikkate değer yorumlardır bunlar.
Romanı okuduğumuzda Funtes ve Seberg’e
dair bir izlenim edinmiş oluruz. Türünün meraklısı için başucu olabilecek
niteliğe sahip bir romandı “Diana-yalnız Avlanan Tanrıça”…
Daha sonra yine bir sahafta Funtes’in “Ben ve Ötekiler” adlı deneme kitabını buldum
ve okunacak kitaplar arasına koydum.
Aldığımız her kitabın öyle ya da böyle bizim o
kitabı aldığımız güne ve o günlere ait, yaşadıklarımıza dair bir öyküsü
olduğuna inandığımdan, kütüphanemde kitaplar arasında sık sık göz gezdirirken
bir hatıra defterinin yapraklarında dolaşıyormuş duygusuna kapılır,
düşüncelerimi boş bir kağıda geçirme ihtiyacıyla dolar, dostlarımız, kitaplar
arasında olmaktan mutluluk duyar, kendimi sayfalara ve satırların akışına
bırakırım… Bu da bir mutluluk tarifi olmalı…