Perşembe, Mart 29, 2018

Bir Mutluluk Tarifi



İlk ne zaman karşılaştık hatırlamıyorum, sanırım birkaç yıl önce olmalı, ama o zamanlar farkına varamamışım anlaşılan, ama Jean’ı bana getiren saiklerin geçmişi çok öncelere dayanıyor, bunu çok iyi hatırlıyorum.
O zamanlar güneyde yaşıyordum. İlk başlarda ev, pansiyon, motel hatta çadır gibi çeşitli yerlerde kaldım. Sonra şehrin merkezinde bir yerde bir otelde yaşamaya başladım. Odayı bir arkadaşımla paylaşıyordum. Çocuk sürekli benim çıplak resmimi çizmek istiyordu. Israrlarına dayanamadım bir gün poz verdim.  Kuru pastel ve kurşun kalemle 40x60 ebatlarında dokulu güzel bir kağıda yapmıştı resmi. Güzel bir iş çıkarmıştı. Resim onda mı kaldı yoksa ben aldım da göçebe yaşantımda kayıp mı ettim onu da hatırlamıyorum, ama hatırladığım, bu hassas, egzantirik ve bir o kadar iyi bir insan olan oda arkadaşımın bir süre sonra bana duygularını açtığıydı. Alkol duvarından tırmanıp bahçeye girdiğimiz bir gecenin sabahında başım çatlarken bir taksiye atlayıp en yakın denize girebileceğim bir yerden kendimi denize bıraktım. Sabahın erken saatlerinde çarşaf gibi suyun, uyarıcı, canlandırıcı etkisiyle kendime geldim ve suyun üstünde sırt üstü bir süre yatıp yaşadığıma şükrettim ve otele dönüp eşyalarımı topladım. Oda arkadaşımı son kez gördüğüm gün oldu bu.
Güneyin bu şehrinde üç yıl yaşamıştım Hayatımı konuşarak kazanıyordum. Kendimi bir tür barış elçisi gibi hissediyordum. Tanıştığım her yeni insana bir şeyler söylemek gereğini duyuyor, az önce yabancı olan biriyle kısa sürede kaynaşıyordum. Şüphesiz bunda benim karakteristik yapım kadar o şehrin bulunduğu konum çok önemli rol oynuyordu. Hem tarihi hem turistik yanıyla ülkenin en fazla turist çeken bu şehrine dünyanın dört bir yanından gelen turistler şüphesiz yabancı kültüre merak duyuşumun birinci nedeniydi. İşe önce okulda öğrendiğim yabancı dilin yanına başka diller eklemeye çalışarak başladım. Bir yabancı dil öğrenmek felaket zor bir şeydir, ama bir o kadar da zevklidir, hangi yöntemle çalışırsanız çalışın hiç önemli değil her geçen gün dönüştüğünüzü, hayata yepyeni bir pencereden baktığınızı hissedersiniz. Bu şehirde geçirdiğim üç yıl boyunca her tanrının günü yeni bir şey öğrenmenin şevkini duydum içimde. O zamanlar Jean Seberg’le henüz tanışmamıştım.
Ekose desenli, gri, tahta, babama babasından, bana da babamdan kalan bavulla, oda arkadaşımı geride bıraktığım o gün ilk düşündüğüm şey kendime kalacak bir yer bulmaktı. Bu sefer kesinlikle tek başıma kalacaktım. O güne kadar kaldığım yerlerde hep birileri kaldığım odayı ya da evi paylaşırdı, önce tamam dersiniz, bu da yeni bir şey, hem sürekli birileri olur çevrenizde, fakat zamanla işin rengi değişir, o insanların karakteristik yanı, hayatı nasıl yorumladıkları, bazan çok basit bir şey mesela buzdolabının talan edilmiş olması; sabahın ilk ışıklarında yan odanın aralık kapısından bakar birbirinin içine geçmiş çıplak ayakları görür, odadan dışarı sızan ağır kokuyu ve horultuyu duyarsınız, oysa karnınız acıkmıştır ve kırıntısı bile kalmamış o gün aldığınız peynir muhtemelen birbirine yapışmış ve başka bir aleme dalmış şu iki çıplak vücudun tüm yaşam sistemlerinde gereken işlemlere tabii tutulmaktadır. Çok bencil hatta egoist arkadaşım oldu, arkadaş seçiminde kesinlikle özgür değiliz, özellikle benim gibi gezgin bir yaşantınız olduysa, bunu bilirsiniz, nerdeyse seçme şansınız hiç olmaz, nasıl olsun, “İşte sen bu dairede kalacaksın! Bu da oda arkadaşın!” Bir metre ötenizde uyuyan arkadaşınızın “hijyenik” sorunları vardır hiç farkında olmadığı ve meseleyi nasıl hallederim diye düşünmeye başlarsınız bir süre sonra,zor, çok zor iştir!
Jean’la karşılaşmama neden olan kader ağını yavaş yavaş örüyordu bana hissettirmeden. Fakat tanışma süreci henüz başlamamıştı. Önce kendime bir ev buldum. Bu tamamen tesadüfen oldu. Eşyalarımı tıkıştırdığım eski, tahta bavul daha fazla dayanamadı ve bir sustalı bıçak nasıl açılırsa öyle açılıp yola saçıldı, diz çöküp eşyalarımı toplarken, o sırada önümden geçen bir çift yüksek topuğun üstünde yükselen mevzun bacakların sahibesiyle göz göze geldim “Yardımcı olabilirim eğer isterseniz?” “Ne demek yardımcı olmak! Rica ederim!” falan filan gibi bir şeyler gevelemeye başladım, tanrım, biri bana çimdik atmalı, bir şeyler yapmalıydı diye düşünürken birden ensemde şaklayan bir ses ve yine ense kökümde, sinirlerimde duyduğum bir acıyla kendime geldim, “Ne haber lan zibidi!” sesi hemen tanımıştım, “Yoo! Hayır! Olamaz!” birisi tüm bu olan bitenin bir rüya olduğunu, birazdan uyanacağımı ve normal yaşantıma devam edeceğimi söylemeliydi, ama herşey bal gibi gerçekti, arkama sesin geldiği yana döndüm ve görmez olayım onu gördüm, o dönmüştü, Doygun, bir yıldır görmediğim o afacan yüzü ve fırlama mimikleriyle yine karşımdaydı. O anda hissettiğim hayal kırıklığını ve yorgunluğu anlatmam mümkün değil, sadece omuzlarımın çöktüğünü ve kaderime razı olacağım bir sürece yeniden gireceğimi hissettim, Doygun’un göbek bağı benle mi kesilmişti acaba doğduğumuzda.  O sırada bu tuhaf duruma ayakta merakla izleyen ve az önce bana yardımcı olmak isteyen “melekti sanırım-  göz hizamdaki buğulu gözlerin sahibesi haliyle beni Doygun’la baş başa bırakıp caddenin kalabalığına karıştı kısa sürede. O ana dair hatırladığım en son şey, şaşkınlığım geçince Doygun’a söylediğim son sözlerin “Seni öldürmek istiyorum!” diye boğazına yapışmış olduğumdu.
Ama Doygun orda ölmedi. Sonra kaç yıl yaşadı ya da hâlâ yaşıyor mu onu da bilmiyorum, ama bu sahnenin yaşandığı, eşyalarımın yola saçıldığı, daha sonra bir barda karşıma çıkan “kara gözlü melek”le ilk karşılaştığım o gün bana yardımı dokundu. Onun sayesinde çok güzel bir ev buldum kendime. Hem de denizi tepeden gören, önünde muhteşem bir manzarası olan bir ev. Bir teras katı.  Doygun’un bir tanıdığının olan ev sahibi yurt dışında olduğundan bir süreliğine boştu  ve ev sahibi gelene kadar tanıdık birine verilmeliydi, kirası oldukça uygundu. Hiç düşünmeden balıklama atladığım bu teklifle o güne kadar hiç fark etmediğim bir yaşam deneyiminin kapıları açılacaktı.
Terasından deniz gören evin önünde açılan muhteşem manzara insanda hayatın güzel, yaşanmaya değer bir şeyler olduğuna dair duygular uyandırıyordu… Bir akşam üstü güneşin batışını izlerken duygularımı kağıda geçirme isteği uyandı içimde ve sanırım o günden sonra giderek yazı yazma isteğim alevlendi… Sonra fırsat buldukça yazdım, yazdım ve bir gün bir sahaf buldum şehirde ve ilk elime aldığım kitap Tomris Uyar’ın bir öykü kitabı oldu, kitabın sayfalarında gezinirken şu satırlara rastladım “Bir yazar, işinin başına otururken, kalemi eline ilk alıyormuş gibi bir acemiliğe kapılmıyorsa neden yazmak istesin? Bir daha hiç yazamayacağı korkusunu her keresinde duymuyorsa, yazma coşkusunu hiç tatmamış demektir.” Hoşuma gitti satırlar, kitabın öteki sayfalarında keşfedebileceğim nice satırlar olduğu duygusuna kapıldım, yazıya, yazmaya dair içimde giderek alevlenen bir şeyler vardı, sanki söylemek isteyip de söyleyemediğim ne varsa onları söylemek mümkün gibi geliyordu beyaz boş bir kağıdın önünde…








Deniz manzaralı evde günler hızla geçerken Jean Seberg’ebir adım daha  yaklaşacaktım… Yakınlarda ki sahafa sık sık gidiyor kitapları karıştırıyordum, tesadüfen elime gelen hacimli “Cennetin Kökleri” adlı kitabın yazarı Romain Garry’nin Amerikalı artist Jean Seberg’le evli olduğunu bilmiyordum o zamanlar, kitabı aldım ama hemen başlayamadım, 600 sayfalık roman kütüphanemde yıllar boyunca okunacağı zamanı bekledi durdu. Bazı edebiyat dergilerinde Romain Garry’e dair yazılmış yazıları okuduktan sonra romanı okumaya karar verdim ve okudum; bir ay sonunda kitabı bitirmiştim, işte tam da o sıralarda fırtınalı aşklarını gözümde canlandırmaya çalıştığım Romain Garry ve  Jean Seberg beraberliğine bir de Carlos Fuentes eklendi; edebiyat ve aşk, ayrılmaz ikilidir, edebiyat sanatının kapılarından biri her devirde aşkın yoluna açılmıştır; böylece Carlos Funtes’i de okumalarımın arasına almış bulundum.
Bu okuma üçgeninin oluşması Carlos Funtes’in bir romanıyla oldu; kitabı nerden aldığımı hatırlamıyorum, belki bir sahaftan, adı “Diana –Yalnız Avlanan Tanrıça”  roman Pınar Kür tarafından çevrilmiş, güzel bir çeviri olduğu hemen belli oluyordu. Diana Jean Seberg’den başkası değil ya da önemli ölçüde o, yani gerçek olan kurguya dönüşmüş olabilir ya da tersi, ama gerçek olan  Carlos Funtes ve Jean Seberg’in iki ay süren tutkulu bir aşk yaşamış olmasıydı.
Roman kısaca, bir yılbaşı gecesi tanışan kırklarında bir yazarla on yaş daha genç sinema artisti arasında geçen tutkulu bir aşkı anlatır Amerikalı artistin adı Diana Soren’dir, yazarsa hikayenin anlatıcısıdır ve otobiyografik unsurlar kullanır, daha çok kendi “yazın” macerasına dair unsurlardır bunlar, öte yandan yazar meksikalı ve her Meksikalı biraz da Amerikalı olduğundan, Amerikan tarihi, Hollywood,  bazı ünlü sinema artistleri, tarihe yön vermiş Amerikalı politikacılara dair düşünce ve yorumlara rastlarız romanın sayfalarında sık sık, oldukça ilginç ve dikkate değer yorumlardır bunlar. Romanı okuduğumuzda  Funtes ve Seberg’e dair bir izlenim edinmiş oluruz. Türünün meraklısı için başucu olabilecek niteliğe sahip bir romandı “Diana-yalnız Avlanan Tanrıça”…
Daha sonra yine bir sahafta Funtes’in  “Ben ve Ötekiler” adlı deneme kitabını buldum ve okunacak kitaplar arasına koydum.
Aldığımız her kitabın öyle ya da böyle bizim o kitabı aldığımız güne ve o günlere ait, yaşadıklarımıza dair bir öyküsü olduğuna inandığımdan, kütüphanemde kitaplar arasında sık sık göz gezdirirken bir hatıra defterinin yapraklarında dolaşıyormuş duygusuna kapılır, düşüncelerimi boş bir kağıda geçirme ihtiyacıyla dolar, dostlarımız, kitaplar arasında olmaktan mutluluk duyar, kendimi sayfalara ve satırların akışına bırakırım… Bu da bir mutluluk tarifi olmalı…


Salı, Mart 27, 2018

Kat Kat


Yarın yirmi sekiz mart günlerden
Bir çingene çiçekleri suluyor derken
Bir meydana akıyoruz sen ve ben
Hava ılık mı ılık kat kat soyunuyoruz
Bir oyun başlıyor
Hadi umutsuzluğu at
Hadi sıkıntıyı at
Hadi ekonomiyi at
Ne kadar biliyorsan o kadar at
Hadi at kendini şehrin orta yerine
bir kapak bulmuş tenceresini
zıp zıp zıplıyor ucunda ayak parmakları
yarını yok bugün
yirmi sekiz mart’a az kala
bırak saatleri arkada
hayat çok kısa
bir kat daha atalım

Çarşamba, Mart 21, 2018

Gelmiş Bulundum




Şiirler yazdım, kitaplar okudum 
Elime bir bardak aldım, onu yeniden oydum 
Derinlerde kaldım böyle bir zaman 
Kim bulmuş ki yerini, kim ne anlamış sanki mutluluktan 
Ey yağmur sonraları, loş bahçeler, akşam sefaları 
Soyleşin benimle biraz bir kere gelmiş bulundum. 

Edip Cansever

Cumartesi, Mart 17, 2018

Bir Zamanlar İnci'de Bir Beyoğlu Klasiği


Bazı şeyler benim için söylenmiş olmalı efendim… Mesela ‘masa’ ama sıradan bir masa değil, özel bir masa, bir hikayesi var…

Balıkpazarı Şampiyon kokoreçten sonra İnci Pastanesine gitmiştim… Bir bahar günüydü… Çiçekler açmış olmalıydı bir yerlerde, Galata, Taksim ekseninden ayrılsam çiçek nasıl açılmaktadır onu görürdüm efendim… İnci yine tıkış tıkış doluydu… Daracık masa, bodur taburelerde oturan Beyoğlu insanları…

Bir profiterol, bir limonata aldım, beklemeye, kapının ağzında, köşeye sıkışmış, ama caddeden gelen geçenin rahatlıkla görüldüğü, hikayesini anlatacağım masayı gözlemeye başladım…

Masayı pek severdim… Ne zaman İnci’ye gelsem, şimdi olduğu gibi bir köşede bekler, masada oturanları çaktırmadan göz hapsine alır, tam kalkacaklarını anladığım an, masaya doğru hareketlenir, az önce ağır ağır, sindire sindire profiterol yiyen şahsın başında süratle biterdim…

Böyle anlarda duygular yüze vurur, altıncı his devreye girer, hâlâ profiterol tadında kalmış insanlarla göz göze gelirdim ister istemez; biraz usulen, biraz nezaketten, biraz “masada oturma sırası benim” diye düzeni sağlamak kabilinden daha çok beden diliyle masada oturma sırasının ben de olduğunu hissettirirdim masayı kapma ihtimali olan öteki müşterilere... Nerdeyse her seferinde kapı ağzındaki masa dolu olduğundan, sık sık bu masa kapma gayretinin içinde bulurdum kendimi….

Bu gayret içinde, bir gerilim söz konusu olur, gerginlik sarar sarmalardı… Eğer ayakta bekleyenlerin sayısı artmışsa, bir de buna kapı ağzındaki masada sonsuz zamana sahip insanlar rahatlığıyla profiterol yiyen pastane müşterisinin yavaşlığı, ekâbirliği eklenmişse, sinir sistemi harekete geçer, kalp atışları hızlanır,  parmaklarım vitrin dolabında gezinirken cama tıkır tıkır vurur, tempo tutardım… Bu sinirli birinin davranışıydı…
Zaten beni sima olarak tanıyan – her ne kadar başını kaldırıp kimsenin yüzüne bakmasa da –, vitrin dolabın arkasında profiterol veren bıyıklı pastane çalışanı bu sinirli davranışı hemen yakalar, yan yan bakardı; ama o baktı diye tıkır tıkır sesi hemen kesmezdim ondan korkmadığımı göstermek için; adamın dişlerini gıcırdattığından emin olana kadar bekler, ancak o zaman sinir bozucu sesi keserdim… Ama tüm bunlar gerginlikti, adrenalindi, sempatik sistemdi, şuydu ve buydu, arada sırada böyle şeyler olurdu… 

“Masa da masaymış ha” şiirini, Edip Cansever’in bu şiirini, o gün, bir bahar günü, çiçeklerin bir yerlerde açmış olduğunu tahmin ettiğim bir gün, ceketimin cebinde katlı duran kağıttan bir kez daha okudum o masada ve o masada şiirden esinlenerek bir şeyler yazdım. Şüphesiz ancak sığdığım o küçük masa, kapının ağzındaki daracık köşe pek uygun bir yer değildi rahatça yazmak için; yazmaya başlamadan önce, masayla aramda ne varsa onu birine söylemek ihtiyacı duymuş – çok şiddetli bir ihtiyaçtı bu efendim- önce sola, sonra arkaya, hatta kapının önünden geçenlere bir şey söyler gibi bakmıştım; ne söyleyeceksem masayla ilgiliydi.

İnci’ye yeni gelmiş kelli felli tombul mombul babacan bir adamı gözüme kestirince; lafı dilimin ucuna getirmiş, laf dilimin ucundayken ne yazık ki söyleyememiştim; çünkü adam aniden profiterol tabağına yumulmuş, üç adet profiterolu hiç nefes almadan yalayıp yutmuştu… Ayakta öyle kalakalan ben,  sinema seyreder gibi seyretmiştim bu muhteşem performansı ve “İnci’de nefes almadan profiterol yiyen adama ne söyleyeceksem unuttum!” diye bir cümle kurmuştum hemen; cümleyi kurar kurmaz içim hemen o cümleyi yazma arzusuyla dolu, masama dönmüş, daracık masada cümleyi yazmıştım efendim… Ama o arada asıl mevzuyu masayı unutmuş, caddeden geçenleri seyretmeye başlamış; tarihi bir dizide oynayan beyaz sakallı, sarıklı bir ihtiyarı, Ginger Rogers’e benzeyen bir revü kızını, kalabalığa çarpmamak için zig zag çizerek kaz tüylerinden yapılmış yelpazesi arkasında olan bisikletiyle ilerlemeye çalışan bir ressamı oturduğum yerden fark etmiş, böyle caddeyi seyrede seyrede vakit geçirmiştim…

Bir süre sonra hem oluşan bir boşluğu doldurmak hem servis personelinin “burası kavak gölgesi mi ulan!” kabilinden ticari düşüncesini bertaraf etmek hem de bir profiterol daha canım çektiği için, tezgahın arkasında, bütün gün havaya kaldırdığı kepçeden süzülen çikolata sosunu Düden Şelalesi’ni izler gibi dikkatle izleyen, profiterol sever mi bilemediğim kara bıyıklı adama,  “bir profiterol versene!” dedim, kara bıyıklı adam “veremem!” dedi sıfır mimikle, “Neden!” dedim “Fiş alman lazım!” dedi yine yüzüme bakmadan…

Bıyıklı pastane personeli, sık sık gelen ve her geldiğinde aynı masada oturan biri olduğumdan yüzümü mutlaka tanıyor ve çok iyi tanıdığı bir yüze bakma gereği duymuyordu belki de – bazen iyimser bir saflıkla düşündüğümü biliyordum– ya da orda pastanenin – bana göre – en güzel masasını her geldiğimde saatlerce işgal etmemden bir tür rahatsızlık duyuyor olabilirdi…
Bıyıklı personel, pastaneyi pek seven, pastanenin profiterolünü sağda solda reklam eden, sık sık profiterol yemeye gelen Beyoğlu insanlarının tam olarak orda bulunmaktan ne anladığını bilemeyecekti hayat boyu; işini mecburiyetten yapar gibi bir hava vardı daima - bazen kötümser düşündüğümü, o an için yazdıklarımla, içimdeki kötüyü, bana kötü görünmüş bir kişinin ya da şeyin içine akıttığımı biliyordum -…

Hem aşırı iyimserlik hem de aşırı kötümserlik kendi kalkanını oluşturup, koruyordu saf bir iyimser ve saf bir kötümseri, o zaman gökler deliniyordu…

Kasadan aldığım fişe karşılık bıyıklının elinden aldığım ikinci profiterolü ağır ağır, sindire sindire yedikten sonra, cebimden Edip Cansever’in şiirini çıkardım güzel bir bahar günü, okudum ve aşağıdaki metni yazdım en son :

“Sevdiğim masa, kimbilir neler görmüştü, banamısın dememişti yıllarca, pastanede yiyecek, içecekten başka herkes bir şeyini koymuştu masaya, kimisi sevincini, kimisi anahtarını, kimisi çiçeğini, aklında olup biteni koymuştu kimisi, üç kere üç dokuz ederse, dokuzu koyan vardı, her gelen bir şeyini koyardı ya, ben pek severdim masayı, sevmeyen var mıydı onu bilmem, masa dolu diye başka masada otursam, masayı dolduranı gözlerdim de anlamazdım masayı sevip sevmediğini, bir belirti olmazdı yüzünde, bir gün kalkıp oraya gitseniz, belki de gittiniz, belki de gördünüz masayı, masa da masaymış dediğim için, bir daha giderseniz, masanın sadece masa olmadığını göreceksiniz, aklınıza masanın masa olmadığını yazan biri gelecek, sevmezsiniz o başka, zaten herkes sevmezmiş masayı, kimi severmiş kimi sevmezmiş, ben masayı pek sevmiştim, masanın masa olduğu benim için yazılmış olmalı.”

Metni yazdıktan sonra, kağıdı katladım ve cebime koydum, İnci’yle işim kalmadığından artık eve gidebilirdim, daha masadan kalkmadan tepemde genç bir çocuk bitiverdi, acaba o da benim gibi masayı sevmiş olabilir miydi diye düşünmeden edemedim… Taksim’e doğru yürürken “ Şiir olmasa masa sevmek, aklım böyle çalışmasa, edebiyat olmasa herşey sevince başlar demek mümkün olur muydu acaba? ” diye beni eve kadar oyalayacak bir soru sordum kendime…   


Salı, Mart 13, 2018

BİR KAHVE İÇİMİ

Uzun zamandır beni bekliyor gibiydiler. Önlük siyah, kepler siyah, siyahlara bürünmüş bir ekip. Pastanede siyah hakim renkti. Bu haliyle bir defa gelmiş ama oturmamıştım, eski haline nerdeyse vurgundum, müptelasıydım rahat koltuklarda oturup gazete okuyup, bir şeyler yazmanın… Adını da değiştirdiler eski tutkulu adı yerine yabancı, akışkan pek de akılda olmayan bir adla, vesselam yeni pastane benden yana pek tutmamıştı. Ama bu sabah daha gün ışımadan orda buldum kendimi. Beni bekliyor gibiydiler. Nerdesin bir zamanlar buranın müdavimiydin, yeni konseptimizi nasıl buldun diye nerdeyse soracaklar, yok, bir soğukluk var herşeyde, herşey çok tiki olmuş, herşey çok düzenli, çok metrik, bir de siyah devasa pencerelerin açık oluşu içeriyi iyice soğutuyor. Havada soğuk sabah ayaz var. Kırk masa var çoğunda sigara içilecek püfür püfür, ben almasam, bırakalı çok oldu, en azından bir on yıl, unuttum adını, tadını…

İstanbul’da yaşıyorsan ve yazıyla, çiziyle işin varsa işin iş kahveler, pastaneler bakımından... Çünkü kahveler zihnin mola verdiği ve yenilendiği mekanlar, relax olmak, iki sohbetin arasını yapmak, yeni içim zevkine varmak için gidersin kahvelere, esinlenirsin ister istemez, kahvelerde başıma gelmiştir, birden orijinal bir şeyler yakaladığım hissine kapılır, avına yaklaşan avcı gibi tetik kesilirim kendi içimde, işte o zaman yalnız bile olsam ki o anda artık yalnız değil “tek başına”yımdır, yani tercih edilmiş bir yalnızlıktır yaşadığım, yine işte o an boşluğumun büyük bahçesinde arılar vızıldar bal yapmak için, kelebeklerin kelebek etkisini duyarım, havada taze bir bahar kokusu duyulur, şairane hanesinde sözcükler tomurcuklanır patlamaya nazır, içinde tık tık eden bir sistemin ilahi gücüne tanık olursun böylece… Bazen abartıyorum elbet yazarken, ama yazı da tam da öyle abarttığımızda keyifli değil mi ? Sıradanlıktan kaçmak, kurtulmak için yazmıyor muyuz ?

Salah Birsel’in “Kahveler Kitabı” kahveleri, pastaneleri, Pera’nın edebiyatçılarını, müdavimlerini tanımak, o dönemim havasını solumak, Pera’dan gelen geçenleri seyredip hayale dalmak için ideal bir kaynak, bir başvuru eseridir. 40’lı 50’li yılların edebi cephesinde panoramik bir bakış atma fırsatı sunar okuyucuya Salah Birsel. Nisuaz vardır, çok popülerdir ve bugün yerinde Garanti bankası bulunur, bankanın girişine yaklaşırsanız pastanenin küçük bir maketini görebilirsiniz. Markiz ise Pera döneminde “Dört Yol” dedikleri Tünel civarında bir yerdedir, burası da edebiyaçıların sıkça uğradığı bir yerdir mazide, bir ara restore edildi, sonra yemek klübü dediler, fast food da servis edilmeye başladı.


Kalanları koruyamadığımız ya da korumak istemediğimiz işimize gelmediği bir gerçek ya da gerçekten bir geçmiş bilincine sahip değiliz, bunda göçer, göçebe tarihimiz ve onun yansımaları rol oynuyor muhtemel… Oysa batı böyle değil, bir zamanlar İngilizce yazıştığım bir mektup arkadaşım vardı, İtalyandı, o da benim gibi yabancı bir dili ilerletmek istiyordu, İtalya’nın Liguria bölgesinde Massa-Carrara’da  yaşıyordu, hiç unutmuyorum, bana şöyle yazmıştı, “bizde ilk mermer yaşadığım bölgede çıkarılmış ve kullanılmıştır, mimari, taş ustalığı önce bizim bölgede başlamıştır ve o çıkarılan mermer bloklar, Roma Coliseum’un yapımında kullanılmıştır” Gördünüz mü, iki bin yıldan fazla bir geçmişin muhafaza edilmesinden söz ediyor, bugün giderseniz iki bin yıldan eski o taşları hala yerli yerinde görürsünüz, elbette bu nedenle turizm gelirleri bizim turizm gelirlerinin kat be kat üstünde…


Neyse enseyi karartmadan son vereyim yazdıklarıma, laf lafı açıyor kahveden çıkıp mermer taşlara geldik, aklıma gelmişken, bir Cihangir kahve yapayım bir kahve içimi için, henüz herşey yerli yerindeyken vakit dolmadan…

 
 




Cumartesi, Mart 10, 2018

BELKİ ŞEHRE BİR FİLM GELİR

Korktuğum başıma geldi. Kadim dostum uykusuzluk yine yakama yapıştı. Gecenin köründe kendimi bir öyküye ad ararken buldum. Uyumaya çalışıyordum ama bir yandan da düşünüyordum ve zihnimde yazıyordum aslında. Yatay yazılar diyebilirdim bu yazılara.


Uyku pozisyonundaydım, önce sağa, sonra sola, sonra tekrar sağa dönülecek yatağın içinde, takıntı işte, bildik rutin, bir saat ayarlı soft müzik çalacak fonda, hepsi uyuyabilmek için, ama tık yok, akıl takılmış bir uçurtma sanki semada, yazı atım şaha kalkmış bir kere, yelemden tut beni diyor, direniyorum uyumak için, hayır yazmak istemiyorum, uyumak istiyorum, işte sırf bu nedenle o kadar zaman yazmadım, insomnia dan bıktığım, yorulduğum için, ama kaçış yok, yine yakalandın, bari kalkıp yazayım…

Gecenin körü olduğu için, kaloriferler sönmüş, yorganı üstüme çekiyorum yine üşümemek için, caddeden geçen araçlar bu saatte yolu boş buldukları için gaza köklüyorlar, arada eksozu patlak biri havayı tarıyor makinalısıyla, yine de güzel hayat, uykusuzluk da güzel be kardeşim, diyorum, yazdıkça damarlarımda bir sıcaklık yayılıyor, içimde bir sevgi kırpıntısı kağıda düşen mürekkep lekesinin büyümesi gibi yayılıyor, uykumdan feragat ettiğim için pişman değilim şimdi, bir narkoman gibi haz duyuyorum gecenin içinde, çalışma lambamın ışığında gölgemi görüyorum odanın duvarlarında…

Şimdi biraz da senden bahsedelim; biliyorum sen de bu saatte yazıyorsun, biliyorum sen de böyle geceler boyu yazdın, uykusuz kaldın, çok değil geçen yaz sonuydu seninle tanıştığımızda, sonbahar yapraklarını kızıla çalmıştı yer yer, sarıyaz da derlerdi, işte tam da o vakit, ne sıcak ne soğuk, ılık ılık rüzgarın teni okşadığı vakit tanıştık seninle, bir bisikletin vardı aynı benim de olduğu gibi, biz iki bisikletli günlerce pedal çevirdik tüm enerjimizi tüketene kadar, sana hayrandım aslında enerjine hayrandım, görür görmez o çekmişti beni, konuşma üslubun, duruşun, hayata bakışın, tüm enerjine rağmen geceleri uyuyamadığından bahsederdin, uykusuz kaldığından, geceleri uzun uzun okuduğundan, ama ben inanmazdım sadece okuyor olmana, şüphe duyardım, yazıyor da olmalıydın, muhtemel ki yazıyordun sadece, yayınlamak değildi amacın, sadece yazmaktı, ama yayınladığın kitapların da vardı, onları da okumuştum senle tanıştıktan sonra, bir tanesi hala başucumda duruyor, zaman zaman açıp bir sayfa okuyorum, uykusuz gecelerin vardı, sen buna mecburdun…



Korktuğum başıma geldi diye başlamıştım yazmaya ama yazdıkça korkunun yerini iyi bir şey yapıyormuşum hissi aldı. Bak ! Seni hatırladım işte hiç aklımda yokken, yazmak böyle bir şey işte neyi ne zaman hatırlayacağını bilemezsin, bilinçaltı diye bir şey var, otomatik portakal mı ne işler durur, bir saat sarkacı tık tık eder, avcuna düşer sözcükler, evet, sen geldin aklıma, işte şimdi bu meselem olabilir, bunu sana duyurmalı mıyım yoksa sadece burda mı yetinmeliyim, evet, mesele bu, kış biterken hatırladım seni, aslında zaman zaman hatırlıyordum ama kısmet bu gece anlamakmış seni, uykusuzluğunu anlamakmış bu gece, bence iyi oldu, sana duyurmalıyım bunları, tık diye cep telefonunda ya da bilgisayarında görmelisin yazdıklarımı, aaa demelisin yazdıklarımı okudukça, seni şaşırtmalıyım, evet demelisin biz sarıyaz biterken tanışmıştık, evet demelisin şimdi olduğu gibi o zamanlarda uykusuzluk çekiyordum, sonra boş bir sayfa açmalısın aklına  gelenleri yazmalısın…

 Yazmalısın, hatta yazmalısın belki şehre bir film gelir, bir orman olur yazılanlar, Akdeniz gibi gülümsersin… yazmalısın göndermesen de…
 





Perşembe, Mart 08, 2018

OTURMUŞ DA BİR TÜRKÜ TUTTURMUŞUM

Her ne kadar “Eskiler Alıyorum” derken, Orhan Veli’yi düşünmemiş olsam da, aslında bu mümkün değil, çünkü “Eskiler Alıyorum” doğrudan bilinçaltıma kazınmış, ne diyordu şiirinde:

“Eskiler alıyorum 
Alıp yıldız yapıyorum 
Musiki ruhun gıdasıdır 
Musikiye bayılıyorum 
Şiir yazıyorum 
Şiir yazıp eskiler alıyorum 
Eskiler verip Musikiler alıyorum. 

Bir de rakı şişesinde balık olsam.”
Ne güzel şiir yazıp eskiler almak eskiler verip musikiler almak ve sonra rakı şişesinde balık olmak,

burda rahmetli Müşfik Kenter’i anmasam olmaz, benim için biraz da Orhan Veli Müşfik Kenter’di, yüzlerce kez sahneye koyduğu “Ben Orhan Veli”yi her beş senede bir olmak üzere toplam beş kere seyretmiştim, en son Müşfik Kenter rahmetli olmadan bir yıl önceydi, Allah rahmet eylesin…

Orhan Veli’nin pek çok şiirini severim ama şu şiiri biraz farklı dokunur bana hani Üsküdar’daki Kazımın türküsünün dokunması gibi,





“İstanbul'da Boğaziçi'nde,
Bir fakir Orhan Veli'yim;
Veli'nin oğluyum,
Tarifsiz kederler içindeyim.

Urumelihisarı'na oturmuşum;
Oturmuş da bir türkü tutturmuşum:

"İstanbul'un mermer taşları;
Başıma da konuyor, konuyor aman, martı kuşları;
Gözlerimden boşanır hicran yaşları;
Edalım,
Senin yüzünden bu halim."

"İstanbul'un orta yeri sinama;
Garipliğim, mahzunluğum duyurmayın anama;
El konuşur, sevişirmiş; bana ne?
Sevdalım,
Boynuna vebalim!"

Neden mi bu şiir dokunur doğrusu bilemiyorum !












Boyalı Kuş

Jerzy Kosinski Boyalı Kuş’ta bir kuşçudan bahseder kitabın bir yerinde, kuşçu biraz psikopat ve sadisttir, sevgilisi ortalıkta görünm...