Pazar, Mart 12, 2023

Dönemeçler

Milan Kundera’nın Sonsuzluk adlı romanını bu sefer adamakıllı okuyorum. Bir yıl önceki okumam orasından burasından rastgele olmuştu. İki okumanın ortak noktası, romanla aynı adı taşıyan Sonsuzluk adlı bölümün ilk okumada çizdiğim satırlarının yanına çizmediğim yeni satırlar ve sayfaya eklenen minik notlar. O küçük notlardan birinde, Milan Kundera, insanların ölümsüzlük karşısında eşit olmadığından söz eder. Kundera’ya göre ölümsüzlük iki türlü açıklanabilir : Bir, “Küçük Ölümsüzlük” iki, “Büyük Ölümsüzlük”, küçük ölümsüzlük, bir insanın kendisini tanımış olanların kafasında yaşaması iken, büyük ölümsüzlük, bir insanın kendisini tanımamış olanların kafasında yaşaması, demek. Herkes biraz uzun biraz kısa, biraz büyük bu ölümsüzlüğe erişebilir ve yetişkinliğinden başlayarak onu düşünür. Kundera, bir çocukluk anısını anlatır konuya dair:

“Küçüklüğümde Pazar günleri bir Moravya köyüne gezmeye giderdim. Söylentiye göre bu köyün belediye başkanının evinde salonda küçük bir tabutu varmış. Mutlu, rahat, kendisiyle barışık olduğu anlarda cenaze törenini düşünerek bu tabuta uzanırmış. Bu tabut içindeki düş anlarından daha güzel bir şey yaşamadığını söylüyormuş; ölümsüzlüğü yaşıyormuş böylece.”

Kundera, Moravya köyündeki belediye başkanının kendi cenaze törenini düşleyişini, “Küçük Ölümsüzlük” olarak yorumlar, bir insanın kendisini tanımış olanların kafasında yaşaması şeklinde, aile, akrabalar, arkadaşlar, dostlar, tanıdıklar ve yakın çevrenin düşüncesinde. Oysa “Büyük Ölümsüzlük” epey farklı, sınırları muğlak, belirsiz, ucu bucağı yok, sonsuzluk çoğaltılabilir, yayılabilir, nesilden nesile aktarılabilir, meçhul bayrak taşıyıcılar vasıtasıyla bir insanyavrusunun hikayesi birkaç yüzyıl sonra, (Sokrates iki milenyumdan fazla) dahi yankılanabilir. Büyük ölümsüzlükte, bir insan hiç tanımadığı, hiç tanımayacağı insanların kafasında yaşayabilir. Kundera, bu büyük sonsuzluğun pek kesin ve kuşkusuz olmamakla birlikte, bazı meslekler aracılığıyla daha kolayca gerçekleşebileceğini söylüyor arkasından. Nedir bu meslekler? Sanatçılık ve siyaset…

Ey okur, buraya kadar okuduysan eğer, yazının makas değişimine geçmiş olduğumuzun farkında olmalısın. Ben de, bu yüzden ayak değiştirip, mutfağa geçiyorum, kendime bir fincan kahve hazırlamak niyetindeyim, ketılın düğmesine bastım, su fokurduyor, jaluziyi açtım, aydınlanan günün solgun ışığı tencere, tavada yansıdı, dolabı açtım, bir parça bitter çikolata kahveyle iyi gider, sebzelikte, önceki gün aldığım brokoli ve karnıbaharı gördüm, akşama menü belli olurken, gündelik şeylerin kendini göstermesi, günün yaşanacak kısmının belli, belirsiz düşünce kıvrımları az önce yazdığım yazıyı öteleyip kendine yer açtı, şöyle diyordu gündelik yaşamın dokunuşları “Boşver Ölümsüzlüğü falan, anı yaşa!” Kendini gösteren, güçlü bir çağrıydı, kahvemden bir yudum aldım, bitter çikolatadan kopardığım bir parçayı yavaşça çiğnemeye başladım, çikolatanın, kahveyle iç içe geçiş anını, birleşmesini, hazla karışık düşünmeye başladım, bir ölümlünün ölümsüzlüğe dair düşünceleriyle haz birbirlerinin içinde eridi gitti!..  

Cumartesi, Mart 11, 2023

Hal ve Bakış

Şimdi yazacağım satırlar tuhaf bir geceyarısı yaşamakta olan bir adamın satırlarıdır. Geceyarısı heyecan içinde kıvranan bir adamın satırlarıdır bunlar. Adam üç, dört saatlik uykudan sonra yatağında bir sağa bir sola döner, gece tam yarısıyla buluştuğunda adam kalkmakla kalkmamanın eşiğinde kararsız kalır, hareketli geçmesi gereken ertesi  gün için gereken enerji alınmalı, uykunun okşayan kollarına beden bırakılmalıdır. Adam bedeninin gerçekleriyle, dipsiz bir fenomene dönüşen ruh halinin yansıması arasında ikircikli bir konumda sıkıntının pençelerinde bir saat yatakta döner, durur. Adam, son iki günü de aşırı uyarılmış bir halde geçirmiştir ki geceyarısı uyuyamayan adamın öyküsünün bilinmesi gereken önemli bir ayrıntısıdır bu. Kendi meşgalesinde, zihinsel ve fiziksel aktivitenin harman yerinde hasat toplamaya çalışan adam, son iki günde hayli yüklü bir hasat kaldırmış, alınan ürünün, malın kalitesinin iyi olduğunu, malın iyisinden anlayan çevrenin gözbebeklerinde görmüştür. “İşte” der adam malını piyasaya sürüp de ötekinin bakışında bulduğu kendi yansımasının güzelliğini, “işte” der “ben bu güzellik için yaşıyorum!”. Burda araya girmem gerekiyor çünkü “güzellik” başlı başına anlaşılması gereken bir kavram, eğer onu hızla es geçer de hak ettiği değeri güzelliğe vermezsek güzellik de hiç kimseye ışımayan bir güneş gibi söner gider. Ama “nedir bu güzellik?”, bazı sorular vardır, cevabı yoktur, kendi içinde, anlamsız olduğu için, şöyle de sorabiliriz “bu, iyi bir soru mudur?” çünkü “hayatın anlamı nedir? gibi bir sorudur “güzellik” üstüne sorulacak bir soru, Gertrude Stein’in ölüm döşeğinde sorduğu soru gibi, “cevap nedir?” Stein’ın yüzünde ironik bir tebessüm vardır, Paris’in yeşile boyanmış güzelim parklarında kara kargaların gözlerine baka baka sormuş Stein sorunun anlamsızlığını bilmenin ama yine de son nefesini verene kadar o soruyu soracak olmanın trajik misyonunda, orda son vazifelerini yapan sevenlerinin sessiz ve saygılı bakışları altında, son sözünü söyler “öyleyse soru nedir?”. Stein’in son sözleridir bunlar.

2

Bir kör renkleri tanımaz ama onlar üstüne doğru, yerinde sözler edebilir. Aynı biçimde, müzikle, tonlarla, notalarıyla tanışık olmayan biri de müzik üstüne benzer bir biçimde konuşabilir. Hatta olmuş mudur bilmem ama bir müzik kuramı dahi oluşturabilir. Demem o ki, yaşam piramidinin, yeme-içme-barınma fevkinde, ruhsal güzellik içeren unsurlar, gündelik hayatın aldım-verdim-doğru mu? sorunsalından daha karmaşık ve anlaşılmazdır. Ve bu nedenle, oldukça gelişmiş beyinlere sahip insanoğlu, bu çifte-çetrefil bulmacayı çözmeye gönüllü yazılır. Bu hümanist taliplik şüphesiz kadim ideaların yansıması, mirasıdır. Kar amacı gütmeyen bu varoluş sancısı herhalde tün icatların  anasıdır. Beyin, dili üretir ve dil asırdan asıra dallanır, budaklanır. Gönüllü olan gönlünü kaptırmaya hazırdır, içinde eriyeceği bir kapta bir damla olmak. Okyanusta bir zerre. Güzelliğin sıcak kuytusunda bir yuva. Duygular o sıcaklığa eşlik eder. Zamanın akışından bağımsız bir akış halinde bir hapşıruk gibidir zaman. Çok yaşa! Diyecek birinin beklentisi olmadan çıkılan bu yolda, bir de hasat iyiyse, toplanan ürünün kalitesi onaylanmışsa vitrinde, yan ürün elde edilmiştir, mutluluk gibi, para gibi, iyi hissetmek gibi. Gece yarısı yatağında dört dönen adam, heyecandan dönmüşse, yan ürünlerin uyarıcı etkisiyledir. Güzellik etkilemiştir adamı. Dünyanın güzelliğine yapılan yatırımların ürününü kaldırmıştır son iki gün içinde. Güzellik baş döndürür. Çok yakınlaşmıştır. Tehlikeli. Tıpkı fazla oksijenin çarpması gibi, güzellik çarpmıştır adamı. Bu sıkıcı dünyada bu kadar güzellik fazla değil mi? Çünkü biraz gülüp de sıra dışına çıkan herkesin bildiği gibi köşe başında o güzelliği ışığını söndürmek için saf tutmuş bir gürüh alesta beklemektedir. Ama ne dem? “Bir ilkbahar sabahı güneşle uyandın mı hiç?” ve “Gündoğmadan deniz daha bembeyazken çıkacaksın yola!” döküldüyse dudaklarımızdan, sırf o “güzellik” içindir. Nasıl uzak kalabiliriz?

 


Salı, Şubat 07, 2023

Susuşun ve Unutuşun Kitabı

Bellek saklar… Demekki, bellek hatırlanmak istiyor! Peki bellek bunu kimden istiyor? Bizden mi? –hadi Biz’den diyelim!- ama daha çok hayattan istiyor herhalde. Hayat, bellekte saklananı çağıracak ve bellek de davete kayıtsız kalmayıp saklı olanı serbest bırakacak. Eğer, hayatın çağrısı belleği uyandıramazsa, bellekte saklı olan kolayca unutulabilir, tıpkı çekmecelerde unutulan ufak tefek şeyler, elbise dolaplarına sıkıştırılmış giysiler, kolilere tutsak edilmiş, tozlu kitap raflarına bırakılmış kitaplar gibi. Bellekteki şey kolayca unutulabilir. Biz –insan yerine kullanıyorum- belleğin sakladığını hatırladığımızda mı hayatı yaşamış oluyoruz yoksa saklananı unutup tam o anda yaşadığımızda mı hayatı gerçekten yaşamış oluyoruz?

2

“Geçmiş olsun!” Bu söz iki türlü anlam taşıyor. İlki, asıl anlamı olan, bir dileği, bir niyeti, ifade ediyor. Bir hastalık geçiren birine şifa diliyoruz ya da bir kaza geçiren birine söylüyoruz. Sıkıntılı durumun nedeni ne olursa olsun, sıkıntının kaynağının dışarda, sıkıntının sorumluluğunun o kişide olmadığını işaret ediyor bu kullanım. “Geçmiş olsun” sözünün ikinci anlamı ise, ilki gibi değil, söz aynı olmasına rağmen, kullanıldığı durumların farklılığı ironik bir gerçeği işaret ediyor. Bu kullanım ilkindekinin aksine “sorumluluk” taşıyor, bir sorumluluğun yerine getirilmemiş olmasından kaynaklanan bir sıkıntı. Sorun, dışarda değil içerde, kişinin kendisindedir. Bu, “Geçmiş olsun!” ironik bir biçimde, yaşanmış, bitmiş, artık geri dönüşü olmayan bir gerçeği söyler. Telafisi olmayan bir geç kalmışlık, bir geride kalmışlık, okun yaydan çıkmış olması. Bu, acı hatırlatma, ölümcül bir tembelliği, değişime uyum sağlayamamış, örgütsüz bir ataleti ima eder. Bu, ima, toplumsal ve kültürel kodların zaman içindeki oluşumuyla ilgilidir. Bu, imada, toplumsal yaşantının adam sendeciliği, bugün git yarın gel mantığı, bürokratik engeller, politik çekişmeler, oy kaygılarıyla yanlışların görmezden gelinmesi, nasıl olsa affediliriz, nasıl olsa caydırıcı değil düşüncesi, saklıdır. “Geçmiş olsun!” son yirmi dört saate damgasını vuran temenni! Tıpkı, “temenni” sözcüğünün artık kullanılmaması gibi bir susuş ve unutuş içeriyor. Ama, geçmiş olsun, sözünün bir susuş ve unutuş içermesi artık kullanılmadığından değil aksine sadece ve sadece kullanılan bir sözcük olmasından. Bellek saklar! Demekki, bellek hatırlanmak ister. Biz’se düşünmedik. Dile getirmedik. Sustuk ve unuttuk. Artık çok geç! Geçmiş olsun!


Perşembe, Şubat 02, 2023

Bulutçular

Önce Hüüüppp diye çekmiş, sonra soluğunu vermiş gibi yazmış. Dıştan içe yönelen hava ısınmış, eğrimiş, genleşmiş ve yeniden dışa yönelmiş. İlahi döngü… İçten dışa dıştan içe. Bütün ilişkilerin bir içi bir de dışı var. Şu anki ilişki bağlamı: kağıt ve kalem… yazı… çalakalem ya da çalatuş ya da Hüüüppp, diye!  Herşey biranda oluyor, gökyüzü, deniz, toprak, ağda balık, kürekleri tutmanın şehveti. Bostancı’da midye çıkarıyorum bir kayadan. Az ilerde salınan sandal çapa tarıyor çalkantılı sularda. Herşey bir curcunaya bağlı. Bir, ki, üç tık! Sessizlik… sahne değişiyor. Hüzzam makamı fonda çalar. Çorbada tuzum olsun diyenler çoğalır. Çağrılanlar kendilerince ellerini taşın altına koyarlar. Hüüüppp, çekeriz beraber. Sonra bir de “Om” çekeriz. Pilavdan dönenin kaşığı kırılsın, derler, gelenler. İnanmıştır hepsi, ölümüne yaşamak isteyen ölüler ve ölümlüler, bütün tanımlardan, terimlerden, harf-i tariflerden sıyrılmıştır o anda. Tam o anda olur her şey. Bir arada olmanın hazzı ve bir yumurtayı sekiz kişi taşımanın ince zerafeti. Ama kırılmaz yumurta. Pamuklara sarılır, şevkatle okşanır, güzel günler için büyütülür. El ele verince, iş kolaylaşır. Hüüüppp diye, dilde kaydırınca sözcükleri, onlar kaydıraktan kaymış gibi olur. Kuma yumuşak bir iniş yapar kendilerini bırakınca. Ey, zembereğin boşalması, atın kişnemesi, şaha kalkmış at nalları, yokuş aşağı koşan süvariler, Don Kişot’un Rozinantesi, koşun ey, dörtnala! Cümleler kendi içlerine ve dışlarına bağlanmış, kendi sorumluluklarını almıştır, rüştünü ispat eden harflerle artık bir Beyoğlu gezmesine çıkılabilir Beyoğlu’na gitmeden, onlar kendi altlarını ve üstlerini devşirirler, haz artar, arzu mesafenin kapanmasına izin vermez –vermemeli-. Sözcükler gemiyi ele geçirir, gökteki yıldızlardan apolet yaparlar, insanoğlunun gözü hep yüksektedir, bir selam çakınca semaya, ordaki kükrer, çağrının çekimi mıknatıs gibidir, esrime var ya, bahsi geçen o esrik gözler, onun ülkesinin sınırlarından geçer. Esrime ülkesinde bizi, dilbazlar, cambaz ve camgözler, kalembazlar, şahbazlar, hatta madrabazlar karşılar, sorarlar “Elle tutulur ne getirdiniz?”, “Yağmur bulutları” deriz, envai çeşit bulut çeşitleri taşıdığımız söyleriz, taşıdığımız yükün an be an değiştiğini, öyleki çoğu zaman neyi taşıdığımızı fark edemediğimizi, ama soran olursa “bulutları gezdiriyoruz işte!” deriz, mevzumuza dair alçakgönüllü bir fısıltıyla konuşma tarzımız mevzusuzluğu kabullenmiş olmanın kanıtı gibidir, onlar da bunu fark eder, bizden zarar gelmeyeceğini, hayata “bırak dağınık kalsın” babında baktığımızı anlarlar, bulut taşıma işine girmemizin bulutsu olanla, yani uçucu geçicilikle ilgisini onlar da bilirler, çünkü onlar esrime ülkesinin sakinleridir.Sonra bir giriş belgesi uzatırlar, göz, kaş, boy, pos, endam ayrıntılı yazılır, huyu kısmına iyidir, yüzü kısmına güzeldir, dudakları kısmına güleçtir yazarız, ilave kısmına eğlenmeyi severiz, gülmeyi sevdiğimiz gibi ve tabanımız yerindedir, sözcüklerini ekler formu tamamlarız… Onlarda, oturaklı bir kaşe vururlar belgenin altına ve son sözü söylerler : “Hüüüüpppp, diye bir solukta altını üstünü bir ederiz! Biz dervişler!..   


Salı, Ocak 17, 2023

Manastırlı Hilmi Bey’e Birinci Mektup


“Gittiği yeri bilmeyen böcekler gibiyim” diyor şair. Ben de demek isterdim, belki aynı sözcüklerle değil, duygularımı dile tercüme edeceğim başka bir biçimde. İçinde “böcek” geçtiği için mi, aynen şair tamı tamına duygularıma tercüman olmuş, diyemiyorum. Belki!.. Ama şair ben böceğim, demiyor ki? Hatta, “gibi” sözcüğünü kullanıyor, belki o da “böcek” tanımını kendine yakıştırıp yakıştırmama konusunda oldukça dikkatli davranıyor. Kafka’da öyle yapmış olabilir mi? Bir sabah uyandım böceğe dönüşmüşüm demez mi, “Dönüşüm’de”… Şair de Kafka’da mevzusunun içinde! Dile tercüme ettikleri, her an, her gün içinde oldukları mevzu alanı arzusunu yeni biçimlerden ala ala ilerliyor. Düz bir hatta “yaşasın yaşam” diye ileri atılıp, hep ileriyi daha ileriyi amaçlayan bir bakış değil bu. Kesintilerle ilerliyor. Geri dönüşler eksik olmuyor. Gelecek karşısında geçmiş olan elden bırakılmıyor. “Kökü mazide ati” Aşiyan’da yatan şairin sözleriyle: “Ati” yani gelecek her zaman belirsiz, olmayan bir şey, olan şey sadece şimdide, onun için böcek de sadece şimdi de ve geleceği bilmeyen böcek gittiği yeri bilmez gibi. Acaba öyle mi? Böcek, ilahi bir kodlanmışlıkla gideceği yeri son derece iyi biliyor olamaz mı? Gideceği yeri kodlarında nihai nokta, varış noktası, menzil hiç kafaya takılmayan, varlığı tartışılmaz derecede muğlak, hatta muğlak ötesi, hatta hiçbir anlamı olmayan bir boşluktan ibaret olabilir mi? Uzay, mesela!.. Böceğin amacı sadece gitmek olabilir mi? Tıpkı karınca gibi! Karıncaya demişler “bu hızla sen zor varırsın gideceğin yere”, o da “varmak isteyen kim!” demiş. O zaman gideceğin yerin bir önemi yok. Şairin, demesi gibi, değil, gideceğin yeri bilmenin bir önemi yok, ama gitmek, yani yolda olma düşüncesi, önemli, olan. Kervan yolda düzülür, derler. İnanıyorum. Hatta inanmanın da ötesinde, bu düşünceyi kamçım yapıyorum. Her sabah birkaç değnek sırtıma. Sonra, imirin iti gibi, sokaklara. Heheyttttt! At kendini denize! Ohhhh! Hafifledim aniden. Yüklerimden kurtuldum. Az önce seksen gros tonluk bir şilep gibi ağırdım. Önceki günü tortusu, tanrım, o kadar ağırdı ki, Manastırlı Hilmi Bey’e nerdeyse birinci mektubumu yazmak üzereydim, yazıp da ağırlıkları birer birer atmak, önceki günü ağırlıklarıydı bunlar, gün iki bölüme ayrılmıştı, iki ayrı kapı, biri çarnaçar duhuliye hali, öteki kuyruksuz uçurtmalık hali, birinci medar-ı maişet motoru idi, motor tekliyordu, usta ne zaman baksa, kendine bir doktor payesi yakıştırıyor “Hımmm!” diyordu, “Üç vakte kadar!” karşılıklı bir bakışım içindeydik Usta doktorla, gözlüklerinin üstünden bakıyordu, ona uğramadığım zamanlarda, ustanın dükkanının önünden geçerken, takım tezgahının o düzenli aletlerinden birini on yaşındaki tamirci çırağının elinde görüyordum, çocuk okumamış,babası usta’nın yanına çırak olarak vermiş, sanat öğrensin, zenaatkar olsun, eli iş tutsun diye, çocuğun elinde bir “kumpas” vardı, ilk geldiği gün istemişti usta “kumpası getir” sertti usta, çocuk “o ne ki?” diye sormuştu, usta bir tokat aşketmişti hiç tereddütsüz, ah acı dünya, çocuğun acısını duyuyordum, o çaresizliğini, o utancını, öteki kalfalar, kıdemli çıraklar, hatta kaportacı Agop usta bile bıyık altından gülüyordu, çocuğun bilmediği bir dünyanın sertliğini, acımasızlığını, kalleşliğini göstermek için birinci dersti aslında usta’nın tokadı, herkesin bir tarzı var, usta dili kullanmazdı, lal olmuştu, hikayesi ayrı ve burda konu dışı olur. Bunları, demem, önceki günü tortusuna dair bir ipucu vermek niyetinde olduğumdan,   Manastırlı Hilmi Bey’e birinci mektup, böyle başlayacaktı, usta ve çırağın yaşantılarının kesişmesiyle, onlardaki gerilimi vermek isterken aslında içimdeki gerilimi boşaltmak niyetinde olduğum gizlemek isteyecektim, bir yanılsama gibi bu hayatın öğrettiği o maskeli balonun bir üyesi olduğumu bilincinde, kendi dışımda bir mevzunun bir azası olduğumu beyan edecektim saklıdan, ne olduğum hemen anlaşılmayacak, kendimi hikayelerin içine yerleştirecektim, ama mektuba hiç başlamadım bil, yerine şöyle yazdım, ruh halim boşalmak isteyen birinin ruh haliydi, nerdeyse bir süredir yağmayan yağmuru yağdıracak kadar elektrik yaymıştım dünden bugüne, şöyle yazdım “Yeniköy’de bir kahve içer miyiz, dedim bu sabah. Bu sabah bu sabah”

 


Cuma, Ocak 13, 2023

YABA DABA VAKTİ

 

İşte gemi azıya aldı sonunda! Dört nala koşuyor atlar! Kum zerreleri coşmuş altını dolduruyor. Hızdan esrik olmuş yürek. Eşik! Olasılıklar sınırı… Bütün araç ve gereçler toplandık. Bir çift halter (ağırlık), boş bir kahve fincanı (sabah keyfi ve alışkanlığı), Bir delinin hatıra defteri (rol kesen bir oyuncu), orda, burda yakın gözlükleri (tuvalette de), oraya, buraya saçılmış kitaplar (kimisi kuleye dönmüş “en altta kalanın canı çıksın”), yerde açık defterler (eşiğe kadar kullanılmış), hepsi olasılıklar sınırında ve varlıkları isteğe bağlı değil. Demekki, mecburiyetten, demekki çaresizlikten, büyük bir şey olmalı bu çaresizlik, ele gelmeyen, tanımlara sığmayan, civa gibi oynak. (bu kelimeyi akılda tutalım!) Ruhum biraz olsun hafiflemeye başladı! Şimdi, baştaki atlar, kum zerreleri, esrik yürek fasa fiso. Sabun köpüğü... Dalgaların kumsalda sildiği izler... Püfff! Kalem biraz emek ister, biraz tekrar, biraz giriş, gelişme ve son isteyebilir, biraz hava, biraz nem, biraz küfff, açık bir ucun dışında, baştan belli, isteğe bağlı bu kez, isteğe bağlı olduğundan önceden düşünülmüş ve planlanmış, ve kıs kıs gülünen (bildiğiniz gibi o ne derse o). Hey haba duba dum! Bütün tanımlar dışarı! Mecbur olmadığımız bir mecburiyet eşikte, zili çalıyor coşkuyla! Titreşimleri burdan duyuluyor! Soluk alış-verişleri, ayaklarının sabırsızlığı (yerinde duramıyor çılgın), arada dış kapının camından kendine bakıyor, aynadaki yansımasına, kendini görüp görmediğini bilmiyorum, o kadar derinlere inecek ne vakit var ne de öyle bir mecburiyet, kapıyı açmak zorunda da değilim! Az sonra, ısrarla çaldığı zili çalmaktan vazgeçiyor, çıkmaz sokaktan kös kös gerisin geri dönmüş olmalı. Günün ikinci kahvesini canım çekiyor. Ve yine kapının zili çalıyor. Geri mi döndü? Bu sefer diyafondan somut bir bilgi talep ediyorum: Kapıcı. Diyor ki, kapıda adınıza küçük bir paket var. Getirsene! İçinden çıkan aklımdan da çıkmış, oysa akılda tutalım demiştim. Demekki zamanı gelmiş. Tutup yerli yerine koyuyorum. Bir kelime : OYNAK.   

 


Boyalı Kuş

Jerzy Kosinski Boyalı Kuş’ta bir kuşçudan bahseder kitabın bir yerinde, kuşçu biraz psikopat ve sadisttir, sevgilisi ortalıkta görünm...